Bir Sayfa Seçin

fatihasuresi

fatihaFATİHA SURESİ HAKKINDA GENEL

Fatiha ile İlgili Ayetler:

“Celalim hakkı için Biz, sana tekrarlanan yedi ayeti (Fatiha Suresi) ve yüce Kur’an’ı verdik.” (15/Hicr: 87)

Fatiha ile İlgili Hadisler:

“Ebu Hüreyre (ALLAH Ondan Razı Olsun) şöyle demiştir: ‘Rasulullah (Ona Binler Selam), Übey bin Ka’b’ın yanına geldi, o namaz kılıyordu: ‘Ey Übey’ diye seslendi. O da baktı ise de cevap vermedi. Sonra da Übey namazını kıldı, Rasulullah’ın yanına gitti: ‘Esselamu aleyke ya Rasulullah’ dedi. O da: ‘Ve aleykesselam, seni çağırdığım zaman neden cevap vermedin?’ dedi. Übey: ‘Namazda idim ya Rasulullah’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah: ‘Yüce ALLAH: ‘Sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, ALLAH’a ve Rasulü’ne uyun!’ (8/Enfal: 24) demiyor mu?’ dedi. O da: ‘Evet ya Rasulullah, bir daha tekrar etmem’ diye cevap verdi. Bundan sonra Rasulullah: ‘Sana ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebur’da, ne de Kur’an’da onun gibisi indirilmemiş olan bir sure öğreteyim mi?’ diye sordu. Ben de: ‘Evet ya Rasulullah’ dedim. Rasulullah da (Ona Binler Selam): ‘Bu kapıdan çıkmadan önce öğreneceksin’ dedi. Rasulullah (Ona Binler Selam) elimden tuttu, ben de sözünü bitirmeden mescidden çıkar diye korktum. Kapıya yaklaşınca: ‘Ya Rasulullah bana va’dettiğin sure hangisidir?’ dedim. O da: ‘Namazda ne okudun?’ dedi. Ben de ona: ‘Kitab’ın anası Fatiha’yı okudum’ dedi. O bunun üzerine: ‘Ruhumu elinde tutan ALLAH’a yemin ederim ki, ALLAH, ne Tevrat ta, ne İncil’de, ne Zebur’da ne de Kur’an’da onun gibisini indirmedi, o tekrarlanan yedi ayettir’ dedi.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 20592’den aktaran İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 37)

“el-Bezzar, Enes bin Malik’in şöyle dediğini rivayet eder: ‘ALLAH Rasulü buyurdu ki: ‘(Uyumak üzere sağ yanını yatağa koyup Fatiha’yı ve İhlas’ı okuduğun takdirde ölüm dışında her şeyden güvende olursun.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 38)

“ALLAH’ın Rasulü (O’na Binler Selam) şöyle buyurdu: ‘Fatiha Suresi, her surenin yerini tutar, ama hiçbir sure onun yerini tutamaz.” (Darakutni 1/322’den, Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 66)

Fatiha Suresi Nerede ve Ne Zaman Nazil Olmuştur?:

“Fatiha Suresi yedi ayettir ve Mekke’de nazil olmuştur.”(Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 65)

“Bu sure Mekke’de veya Medine’de nazil olmuştur ancak en doğru görüş, göre bu surenin hem Mekke ve hem Medine’de nazil olduğudur. Namaz farz kılındığı zaman Mekke’de; kıble, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Kabe’ye çevrildiğinde de Medine’de nazil olmuştur.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 109)

Fatiha’nın İsimleri ve Anlamları:

“Yirmiden fazla ismi, daha doğrusu vasfı vardır. Bu da onun pek şerefli olduğunu gösterir.” (Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am Surelerinin Tefsiri, 33)

“Fatiha veya el-Fatiha: ‘Açılacak bir şeyin veya yerin ilk açılan bölümü veya okunup yazılacak bir şeyin başlangıcı’ demektir. Kur’an-ı Kerim’in tertibinde ilk sure Fatiha olduğu ve Kur’an’a bu sure ile başlandığı için sureye bu isim verilmiştir.

(…)

Ümmü’l-Kitab: ‘Kitabın anası’ demektir. Fatiha Suresi’ne bu ismin verilmesi, bu surenin, Kur’an’ın temel prensiplerini kapsamasındandır. Şöyle ki surede Yüce ALLAH, layık olduğu sıfatlarla anılmakta, kulların yalnız O’na kulluk etmeleri ve sadece O’ndan yardım dilemelerinin gerektiği bildirilmekte ve geçmişteki sapık ümmetlerin durumuna düşülmemesi öğütlenmektedir. Böylece bu surede genel prensipler zikredilmektedir. İşte bunun için bu sureye ‘Ümmü’l-Kitap’ ismi verilmiştir.

Ümmü’l-Kur’an: ‘Kur’an’ın Anası’ demektir.” (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 66)

“Sufyan bin Uyeyne bu sureye, ‘el-Vakıye’ (Koruyucu), Yahya bin Ebi Kesir ise ‘el-Kafiye’ (Yeterli) adını vermiştir. Çünkü bu sure başkasının yerine yeterli geldiği halde başkası onun yerini tutmamaktadır.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 36)

Fatiha’nın Temel Niteliği ya da Kur’an-Fatiha İlişkisi:

“Fatiha, Kur’an’ın, mebde ve meada (başlangıç ve sona) dair teorik hikmetlerini, pratiğe ait hükümlerini, esas amacını ve temel içeriğini kapsayan belagatlı bir özeti, orijinal bir örneğidir. Hatta Fatiha’nın ilk yarısı Mekke’de inen sureleri, son yarısı da Medine’de inen sureleri temsil eder ve bu bakımdan Fatiha’nın bir bölümünün Mekke’de, bir bölümünün de Medine indirilmiş olduğu sanılır. ALLAH’ın Kitabı’nın konusu, ALLAH ile bütün yaratılmışlar ve özellikle ALLAH ile insanlar arasındaki rububiyet ilgi ve bağlantısı olduğuna göre Fatiha, bu ilgiyi köklü bir şekilde yansıtıp vurgular. Gayesinin de, insanları ALLAH’ın düzenine götüren doğru yolu göstermek ve hidayet olduğunu en güzel biçimde anlatır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 5-Sad: Sıtkı Gülle)

“Bu sure aslında, ALLAH’ın, Kendi kitabını okumak isteyenlere öğrettiği bir duadır. Okuyucuya şu dersi öğretmek için Kitab’ın en başına yerleştirilmiştir: Eğer samimi olarak Kur’an’dan yararlanmak istiyorsan, Alemlerin Rabbi’ne bu şekilde dua etmelisin.

Bu önsöz okuyucunun kalbinde Alemlerin Rabbi’nden hidayet dileme-hidayeti ancak O verebilir- konusunda kuvvetli bir istek uyandırmayı amaçlar. O halde Fatiha, dolaylı olarak incelemek ve Alemlerin Rabbi’nin, bilginin tek kaynağı olduğu gerçeğini kabul etmek olduğunu öğretmektedir. Bu nedenle, kişi Kur’an’ı incelemeye, O’ndan hidayet dileyerek başlamalıdır.

Konusu nedeniyle, Fatiha ile Kur’an arasındaki ilişkinin, bir giriş ve kitap ilişkisi değil, bir dua ve ona cevap verme niteliğinde bir ilişki olduğu açığa çıkmaktadır. Fatiha, kulun duası, Kur’an ise, Mabud’un kuluna verdiği cevaptır. Kul, kendisine doğru yolu göstermesi için ALLAH’a yalvarır; ALLAH da bu duaya cevap olarak, tüm Kur’an’ı onun önüne koyar ve sanki şöyle der: ‘İşte, Benden dilediğin hidayet!” (Ebu’l Al’a Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 1, 3)

“Fatiha Suresi, Kur’an’ın girişi olduğuna göre Kur’an’ın maksat ve manaları onda toplanmış demektir. Kur’an-ı Kerim’in açıklamaları inanç, ibadet ve hayat düzeni ile ilgilidir. Sure, inanç düzeninden söz ederek başlar: ‘Hamd, alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün maliki olan ALLAH’a mahsustur’

Arkasından ibadet düzeni gelir: ‘Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.’

Üçüncü olarak da hayat düzeninden söz edilir: ’Bizi doğru yola ilet, nimete erdirdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil.’

Kur’an, öncelikle belli bir inanca çağrıdır; sonra ibadete, sonra da belli bir hayat düzenine… İşte bu manalar, bu surede, bu sıra ile sıralanmış bulunuyor.

İslam’da inanç, soyut bir düşünce değildir. Aksine, onun meyveleri, etkileri ve gerekleri vardır. ALLAH’ın Rububiyetini, rahmetini tanıyıp; O’nun bizi hesaba çekeceğini kabul etmemiz bizim belirli bir amel yapmamızı gerektirir. Bu bakımdan sure önce hamd ile başlamıştır. Arkasından bize ibadeti, yardım istemeyi, hidayet dilemeyi, Aziz ve Celil olan ALLAH’ın yolunda yürümeyi öğretmektedir.

Sure, bize ALLAH’ı ve Rububiyetini tanıtmakta, bizim makamımızın ALLAH’a kulluk makamı olduğunu öğretmekte; kulluk makamının kapsamında yalnızca ALLAH’a hamd edip, O’na ibadet etmeyi, yalnız O’ndan yardım istemeyi ve O’nun hayat düzenine uygun yaşamayı öğretmektedir.

İslam’ın ana ekseni ALLAH’ı tanımaktır. Bu bakımdan sure bize giriş kısmında ALLAH’ı tanıtmakta, ortalarında ve sonunda ise alemlerin Rabbi ve Rahmet sahibi olduğunu anlatmaktadır.

İslam inancının temeli, ALLAH’a ve ahiret gününe imandır. Bu bakımdan sure bundan: ‘Alemlerin Rabbi… Din gününün Maliki’ diye söz eder.

İbadetin temeli de, ihlasla yapılmasıdır. Bu bakımdan sure: ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ ifadesi ile buna işaret etmiştir.

ALLAH’a giden yolun temeli ise, peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerde somut ifadesini bulan güzel örneklerdir. Sure, buna da işaret etmiş bulunuyor.

Sapmanın temeli ise kötü örneklerdir, sure buna da işaret etmiştir.

Sure, hamd ve övgülere gerçek anlamıyla kimin layık olduğunu hatırlatarak başlar. Onu azametli sıfatlarla niteler, şanı büyük olan zatın bilinmesi, O’nun övgüye ve tam anlamıyla boyun eğilmeye, işlerde yardımı O’ndan dilemeye hak sahibi olduğunu gösterir. İşte bu azametli sıfatlar ile ayrı özelliklere sahip olduğu bilinen bu Zat’a seslenilerek: ‘Yalnız Sana’ denilir. Yani, ey bu sıfatlara sahip olan, biz Senden başkasına ibadet etmiyor ve yardım dilemiyoruz.

İbadet yardımdan önce zikredilmiştir çünkü yardım istemeye vesile olacak şeyin öne alınması isteğin yerine getirilmesine yardımcı sebeptir. Diğer taraftan yardım dilemek mutlak olarak zikredilmiştir ki hakkında ALLAH’ın yardımı istenecek her şeyi kapsamına alsın.fatiha2

Ondan sonra: ‘Bizi ilet’ denilerek istenecek ilk yardımın ne olduğu açıklanmıştır. Adeta onlara istedikleri yardımın niteliği sorulmuş ta onlar: ‘Bizi dosdoğru yola ilet…’ demişler gibi.

O halde dosdoğru yolu bulmak, ancak ALLAH’ın göstermesi ile mümkündür. ALLAH’ın hidayeti ihsan etmesi ise ancak bu ihtiyacın O’na arz edilmesi ile elde edilebilir. Bunun görünür şekli ise O’ndan yardım istemekle ortaya çıkar. Sürekli ibadete devam kadar hiçbir şey, ALLAH’a ihtiyaç noktasına ulaştırmaz; marifetsiz ibadet de olmaz. Hamdin tümünün ALLAH’a verilmediği bir marifet de eksik bir marifettir.

Kul, kendisine verilenlere bakarak: ‘Hamd, ALLAH’a mahsustur’ der. Bu şekilde marifeti yerleştikten sonra Rabbine: ‘Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz’ diye seslenir. Sonra da O’na en önemli ve en büyük duasını yapar. O da her konuda hidayete iletilmektir.

İslam’da en önemli konulardan bir tanesi de cemaatten ayrılmama konusudur. Çünkü Hz. Peygamber: ‘Müslüman cemaatten ve onların imamlarından ayrılmamayı’ emretmiş ve: ‘Bir karış kadar cemaatten ayrılan kimse, İslam’ın boyunduruğunu boynundan çıkartmış olur.’ diye buyurmuştur.

Bu bakımdan sure topluluk ifade eden: ‘Yalnız Sana ibadet ederiz…’ ve ‘Bizi ilet…’ buyruğu ile Müslümanda aslolanın İslam cemaatinin bir parçası olması, İslami eğitimde esasın da cemaat terbiyesi üzerinde yükselmesi gerektiğini göstermektedir.

Surede ‘Dosdoğru yol (Sırat-ı Müstakim’in)’un yansıyan kısmının iki şey olduğu dikkati çekmektedir: kendilerine nimet verilmişlerin yolundan gidip gazaba uğrayanların ve dalalete düşmüşlerin yolundan uzak kalmaktır. Kendilerine nimet verilenleri Yüce ALLAH şu ayette etraflı bir şekilde belirtmiş bulunuyor: ‘İşte onlar, ALLAH’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler (şahidler) ve salihlerle beraberdir.’ (4/Nisa: 69)

Biraz sonra göreceğimiz bir nasta, ‘gazaba uğrayanlar’ın yahudiler, ‘dalalete düşenler’in de hristiyanlar olduğu belirtilmektedir. Yahudilerle hristiyanlar böyle olduklarına göre onların dışında olanlar öncelikle böyle olacaktır. Çoğu kimse bu önemli anlamları unutarak, peygamber ve rasuller bir yana şehidlerin, sıddıkların ve salihlerin de uyulacak örneklerin ta kendileri olduklarını fark edememekte, kimisi de fark etmekle birlikte sapıkların ve kendilerine gazap edilmişlerin yolundan uzak durmayı unutmaktadır. O halde Müslümana düşen, ALLAH’ın Kitabı’nı okurken her iki noktaya da gereken şekilde dikkat etmek, sapıkların ve gazap olunmuşların hatalarından uzak kalmaktır. Hatta aslolan kesinlikle onlara yaklaşmamaktır çünkü Kur’an bütün bunları gereği gibi açıklamıştır.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 38)

ALLAHALLAH-Kul İlişkisi Açısından Fatiha:

“Fatiha, ALLAH-insan ilişkisinin kodlarını barındırır. Fatiha’da ALLAH’tan insana inen rahmet ve vahiy, insandan ALLAH’a çıkan dua ve ibadet dile gelir. Fatiha, ALLAH’ın varlığına inanan herkesin üzerinde ittifak edebileceği muhteşem bir ilkeler bütünüdür. Bir bakıma tevhid kelimesi olan ‘La ilahe illALLAH’ın açılımı mahiyetindedir. Kimler gibi olmamız gerektiğinin yanında, kimler gibi olmamamız gerektiğini de söyler. Fatiha, ALLAH-insan arasında sözleşmedir. İlk üç ayet ALLAH’ı tanıtan bir senadır. Son üç ayet insanı tanıtan bir duadır. Ortadaki ayet sözleşmenin bizzat kendisidir. ‘Amin’, bu sözleşmenin altına atılan imzadır.” (Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, 1)

“Fatiha Suresi’nin ilk dört ayeti, Yüce ALLAH’ı, ‘Alemlerin Rabbi’, ‘Rahman’, ‘Rahim’, ‘hesap gününün tek hakimi’ gibi belli başlı özellikleriyle tanıtır. Geri kalan ayetleri ise kulun Rabbine nasıl yalvarması ve O’ndan neler istemesi gerektiğini öğretir.” (Heyet,  Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 2)

“Fatiha’da on şey vardır: Beşi, Rububiyet sıfatlarındandır : ALLAH, Rabb, Rahman, Rahim ve Malik isimleridir, beşi de ubudiyyet (kulluk) sıfatlarındandır : Ubudiyyet, istiane (yardım isteme), hidayet isteme, istikamet isteme ve nimet istemedir. Nitekim Cenab-ı Hakk: ‘Kendilerine nimet verilen kimselerin yoluna…’ (1/Fatiha: 7) buyurmuştur. İşte bu beş isim o beş hale karşılık gelir. Sanki şöyle deniliyor: ‘Ya Rabbi, sadece Sana ibadet ediyoruz, çünkü sen ALLAH’sın. Sadece Sen’den yardım talep ediyoruz, çünkü Sen Rabb’sin. Bizi dosdoğru yola hidayet et, çünkü Sen Rahman’sın. Bize istikameti rızık olarak ver, çünkü Sen Rahim’sin. Bize nimet ve kerem yağmurlarını indir, çünkü Sen din gününün Maliki’sin.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 400)

Fatiha’yı Üstün Kılan Özellik:

“Bu sure, Kur’an-ı Kerim surelerinin ilkidir. Bu sebeple sanki bir temel gibidir.(…)

İmandan sonra ibadetlerin en yücesi namazdır. Bu sure de, hem namaz hem iman konusunda, ancak kendisiyle imanın ve namazın tamamlanacağı şeyleri içermektedir.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 249)

Fatiha’nın Namazın Her Rekatında Tekrarlanmasının Bir Hikmeti:

“Kur’an’ın bütün anlamı Fatiha’da toplanmıştır. Onun için sanki her rekatta bütün Kur’an hatmedilmiş gibi olur.” (İmam Şa’rani’den aktaran, Eva de Vitray-Meyerovıtch, Duanın Ruhu, 75)

Fatiha Kur’an’ın Özetidir:

“Fatiha üzerine tefekkür eden bir kimse, Kur’an’dan nail olunabilecek her şeye nail olur.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 46)

“Fatiha, Kur’an’ın hem önsözü hem özetidir.

(…)

Kur’an’ın özeti olan Fatiha, ‘hamd’i ALLAH’a tahsis ederek başlar. ALLAH, tüm sıfatların Kendine döndüğü has isimdir. ‘el-Hamdu lillah’, tüm zat ve kemal sıfatlarını kapsar. ‘er-Rahman er-Rahim’, insan için bütünüyle rahmet olan dinin tamamını kapsar. ‘Maliki yevmi’d-din’, tüm Son Saat, Kıyamet, ahiret, Cennet ve Cehennem ayetlerini kapsar. ‘İyyake na’budu’, tüm ibadetleri kapsar. ‘Ve iyyake nesta’in’, ibadetlerde tevhid ve ihlası kapsar. ‘İhdine’s-sırata’l-mustakim’, ahlak, inanç, ibadet ve beşeri ilişkilere dair tüm doğruları kapsar. ‘Sıratellezine en’amte aleyhim’, geçmiş tüm iyileri kapsar. ‘Ğayri’l-mağdubi aleyhim ve leddallin’, geçmiş tüm yoldan sapmışları kapsar.

(…)

“Kur’an’ın Fatiha’da, Fatiha’nın da Besmele’de özetlenmiş olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 178)

Fatiha’da Üç Tür Tevhid:

“Sure, üç türü ile tevhidi içermektedir: Rububiyetin tevhidi, ‘alemlerin Rabbi’ buyruğundan; Uluhiyet’in tevhidi ki o, ibadetler ile ALLAH’ı birlemektir, ‘ALLAH’ lafza-i celali ile ‘Yalnız Sana ederiz ibadet’ buyruğundan; İsim ve sıfatları ile ALLAH’ın tevhidi ki, o da ALLAH’ın Kendi Zat’ı için ve Rasulünün de O’nun için tespit etmiş olduğu, bütün kemal sıfatlarını ta’til/iptal etme, temsil/denk tutma ve teşbih/benzetme söz konusu olmaksızın kabul etmektir.” (Abdurrahman es-Sa’di, Tefsiru’s-Sa’di, 1, 46)

ALLAH’ın Rahmeti Açısından Fatiha:4

“Surenin başı rahmet, ortası hidayet, sonu ise nimettir. Kul, ALLAH’ın hidayetinden nasiplendiği ölçüde O’nun nimetine ve rahmetine ermiştir çünkü her şey O’nun nimet ve rahmetine döner.
Nimet ve rahmet O’nun yaratıcılığının gereklerindendir. O, rahmet ve nimet sahibidir. Bu, uluhiyetinin gereklerindendir. İnkarcılar ne kadar inkar ederse etsin, müşrikler ne kadar ortak koşarsa koşsun o gerçek ilahtır. Fatiha’nın anlamlarını teorik ve pratik olarak gerçekleştiren kimse en büyük nasibi almış ve kulluğu sıradan kimselerin kulluğundan ayrılarak, ALLAH’ın has kullarının seviyesine ulaşmış ve derecesi yükselmiş demektir. Yardım istenecek olan sadece ALLAH’tır.” (ibn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 9)

“Şüphesiz iblis (ALLAH’ın laneti üzerine olsun) dört defa sarsıla sarsıla inlemiştir. Lanete uğradığı zaman, Cennet’ten indirildiği zaman, Hz. Muhammed (Ona Binler Selam) peygamber olarak gönderildiği zaman ve Fatiha indirildiği zaman.” (İmam Kurtubi, El Camiu Li Ahkami’l-Kur’an, 1, 330)

Fatiha’da ‘Mim’ ve ‘Nun’ Tekrarı:

“Fatihanın okunuşunda bir ‘mim’ ve ‘nun’ nöbetleşmesi var…

‘Bismillahirrahmanirrahim ElhamdülillahiRabbilalemin Errahmanirrahim Malikiyevmiddin İyyake na’büdü ve iyyake ne’stain İhdinassıratelmüstakim Sıratellezine en’amte aleyhim gayr’ilmağdubi aleyhim veladdallin-amin

Bana öyle geliyor ki, Rabb-i Rahimimiz, Fatiha’da bizden istememizi istediklerini daha isterken kabul ediyor, hatta kabul etmiş ki istetiyor çünkü ‘amin’ kelimesinin eti kemiği olan ‘nun’ ve ‘mim’ harfleri duanın içinde kendiliğinden tekrarlanıyor yani ‘amin’leri kendi içinde bir duadır Fatiha…” (Senai Demirci, Dua Defterim, 161)

Fatiha’nın Yedi Ayetten Oluşmasının Hikmeti:

“Bunlar, Zat-i İlahi’nin yedi sıfatının teferruatıdır. Bunların adedi yedi kat göğe, yedi kevnî gezegene ve onları bihakkın yönetmeye karşılıktır.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 44)

“Bu surenin ayet sayısı yedidir. Cehennem’in kapıları da yedidir. Kim bu sureyi okumaya başlarsa, bu yedi kapı ona kapanır. Bunun delili şudur: Rivayet edildiğine göre, Hz. Cebrail, Peygamber Efendimiz’e şöyle demişti: ‘Ya Muhammed! Ümmetine, Cenab-ı Hakk’ın azap edeceğinden korkardım. Ne zaman ki Fatiha Suresi nazil oldu, bu korkum kayboldu.’ Bunun üzerine Hz. Peygamber: ‘Niçin ey Cebrail?’ diye sordu. Cebrail de: ‘Çünkü Cenab-ı Hakk: ‘Şüphesiz Cehennem de o azgınların hepsinin varacakları yerdir. Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya onlardan bir bölüm ayrılmıştır.’ (15/Hicr: 43-44) buyurmuştur. Fatiha’nın ayetleri yedidir. Kim bu ayetleri okursa, bunlardan her biri, Cehennem kapılarından birini tutar. Böylece ümmetin oradan zarar görmeden geçer.’ diye cevap verdi.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 248)

Bir Dua Metni Olarak Fatiha-Pater Noster Karşılaştırması:

“hristiyanlıkta dua, okunması gereken belli metinler şeklinde olmayıp, kural dışına çıkmamak şartıyla, ihtiyari bir durum arzeder. Normal olarak Hz. İsa’ya mal edilen Pater Noster (Babamız) duası tekrar edilir. Buna Rabbin Duası (Priére du Seigneur) de denir. Şöyledir:

  • ‘Ey göklerde olan babamız,
  • İsmin mukaddes olsun,
  • Melekutun gelsin,
  • Gökte olduğu gibi, yerde de Senin iraden olsun,
  • Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver,
  • Ve bize borçlu olanlara bağışladığımız gibi, borçlarımızı bize bağışla,
  • Ve bizi aldanmaya götürme, fakat bizi kötülerden kurtar,

Çünkü melekut ve kudret ve izzet ebedlere kadar Senindir. Amin.’

Matta metninde, görüldüğü üzere, 7 talep varken, Luka’nınkinde 5 talep bulunur. Şimdiki metinde yer alan son cümle ile ‘Amin’, sonradan ilave edilmiştir.

M.Hamidullah Bey, iki dindeki kullanılışları bakımından aralarında benzerlik bulunan Pater duası ile Fatiha Suresi arasında kısa bir mukayese yapar:

1. Tanrı hakkında kullanılan ‘Baba’ tabiri, çok alçaltıcıdır çünkü insan toplumunda kötü hatıralar bırakan babalar vardır. Aynı zamanda baba terimi, cinsel ilişkileri hatırlatır; ölümü ve kendisinden sonra bir varisi düşündürür.

2. ALLAH’ın adı zaten mukaddestir; bu manadaki bir dilek eksik kalır.

3-4. Halihazırda Tanrı’nın iradesi ve hükmü olmadığını söylemek, kabul edilmez bir şeydir. Bütün evren ancak ALLAH’ın ezeli iradesi ile hareket eder ve ayakta durur.

5. ALLAH’tan istenen günlük ekmek, çok az bir şeydir. Kur’an-ı Kerim ise (2/Bakara: 201) şöyle der: ‘Rabbimiz! Bu dünyada da iyilik ve güzellik, ahirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi Cehennem azabından koru.’

6. Bu madde de yakışıksız bir yer değişikliği olmuş. Sanki hakaret edercesine, yaptığımız bir iyiliği Tanrı’ya hatırlatıyor ve O’nu bizi affetmeye mecbur ediyoruz.

Kur’an duaları ise, ALLAH’a hamdle ve en uygun tabirlerle başlar: İlahi rahmet ve kudrete niyazda bulunarak, bugün olduğu gibi son günde de; rahmet ve bağışlaması istenir. Ayrıca sadece teslimiyetten söz edilmez, fakat bilinir ki bu teslimiyet bile ALLAH’ın rahmet ve yardımından ileri gelir ve namaz da, dünya ihtiyacı için olduğu kadar, ahiret ihtiyacı için de çok anlaşılır bir yakarışla sona erer.” (Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre hıristiyanlık, 236)

Fatiha, Seküler/Laik Yaklaşımı Temelden Reddeder:

“Yunan felsefesinin kabul ettiği görüşlerden birine göre; Aziz ve Celil olan ALLAH, yarattıklarının işlerine asla müdahale etmez. Şimdi de pek çok kimsenin, ALLAH’ın, insanların işlerine müdahale etmeye hakkının olmadığını kabul ettiklerini görüyoruz. Dinin devletten ayrılması düşüncesi de aslında bu akli yapının görünümlerinden bir tanesidir. Fatiha Suresi’nde ise bütün bu yanlış düşünüşlerin tashih edildiğini görüyoruz. ALLAH, alemlerin Rabbidir. O, yaratandır, terbiye edendir. O, maliktir. İnsanlara düşen O’na ibadet etmek, O’ndan yardım ve hidayet dileyerek gösterdiği yolda ilerlemektir.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 49)

Fatiha Öncelikle Diriler İçindir:

“Bizim kültürümüzde Fatiha Suresi denilince, hemen akla ölüler gelir. Bu münasebetle her ölünün mezar taşına ‘Ruhuna Fatiha’ ibaresini yazdırmak oldukça yaygın bir gelenektir. Toplumumuzdaki hakim inanca göre, en azından üç İhlas bir Fatiha okuyup sevabını geçmişlerinin ruhuna bağışlamak, hayattaki yakınları için ölülere karşı adeta bir vecibedir; en azından yapılması gereken bir insanlık görevidir.

Bizde devam eden bu geleneğe ve yaygın anlayışa göre Fatiha Suresi sanki hayattakiler için değil de ölüler için indirilmiş ve o manada okunması icap eden bir sure gibidir. Halbuki bütün olarak ne Kur’an’ın ne de Fatiha Suresi’nin indiriliş amacı ölülerdir! Asıl amaç hayattaki insanlardır; hakikatleri görme, işitme ve kavrama yeteneği canlı olan dipdiri insanlar… Hedefi ise, Mü’minin dünya hayatı boyunca Rabbi ile arasındaki bağı sıkı tutmak, kulluk bilincini korumak, zaman zaman onu yenilemek ve hiç yalpalamadan Sırat-ı Müstakim üzere yaşamasına katkıda bulunmaktır.

(…)

Ölüm olayı ve ölülerin söz konusu olduğu her yerde bu surenin okunması adeti, ölümü hatırlayıp, ‘aynı akıbet yarın, belki daha yakın bir zamanda benim de yaşayacağım bir gerçektir’ diyerek Yüce Mevla ile hemen orada yeniden iletişim kurup ezeldeki sözleşmeyi yenilemek, iman bilincini kuvvetlendirmek, aklen, zihnen ve kalben diriliğini ifade etmek için olmalıdır. O halde her Mü’min, sadece namazda değil; yalnızca ölüm hadisesiyle karşılaştığı zaman değil; her dem kulluk bilincini taze ve zinde tutmak için uygun olan her zaman ve mekanda bu bilgi ve bilinç ile Fatiha Suresi’ni okumayı adet edinmelidir.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 1, 29-30)

Fatiha Her Türlü Zehire ve Hastalığa Karşı Şifadır:

“Ebu Said el-Hudri’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Fatiha Suresi, her türlü zehire karşı şifadır.’ (Deylemi, Keşfu’l-Hafa, 2/82) Sahabeden bazıları, bayılmış bir adama rastladılar da birisi bu sureyi adamın kulağına okudu. Bunun üzerine adam iyileşti. Sahabe bu olayı Rasulullah’a anlatınca o da: ‘O, Ümmü’l-Kur’an’dır ve o her türlü hastalığa şifadır’ (Buhari, Fedailü’l-Kur’an, 9) buyurdu.

Ben diyorum ki: Hastalıkların ruhi olanı vardır, bedeni olanı vardır. Bunun delili şudur: Yüce ALLAH, küfrü hastalık diye adlandırıp: ‘Onların kalplerinde bir hastalık vardır.’ (2/Bakara: 10) buyurmuştur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 249)

Fatiha Mü’mini Her Çeşit Tehlikeden Korur:

“Rasulullah (Ona Binler Selam) şöyle demiştir: ‘Yanını yatağa koyduğun zaman Fatiha ve İhlas Surelerini oku, o zaman ölüm hariç her şeyden güvende olursun.’ (Bezzar, Müsned, 3109)

Fatiha’nın Ledünni Boyutu:

“Fatiha’nın gizemli indiği ve pek çok ilmi bünyesinde taşıdığı Hz. Peygamber tarafından dile getirilmiştir. Şu hadis-i şerif bu hususta bariz bir örnektir: ‘Fatiha, Mekke’de Arş’ın altındaki bir hazineden indirilmiştir.’ (Kenzü’l-Ummal, 1, 560) Bu nebevi ifadeler, Fatiha’nın her zaman değişik ve yeni şeyleri bünyesinde saklayan ve keşfedilmeye muhtaç kıymetli şeyler içeren bir sure olduğunu ihsas ettirmektedir.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 111)

Fatiha’nın Namazda Okunması Farz mıdır?:

“Bunda meşhur iki görüş vardır.

Ebu Hanife ile onun mezhebindekiler, Fatiha şart değildir, Kur’an’dan ne okunursa namaz caiz olur, derler. Delilleri de: ‘Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun’ (73/Müzemmil: 20) ayetinin genel bir hüküm ifade ediyor oluşudur. Bir de Buhari ve Müslim’de rivayet edilen meşhur hadistir. Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bu hadiste namazını kötü kılan birine Peygamber (Ona Binler Selam): ‘Namaza kalktığın zaman tekbir al, sonra Kur’an’dan bildiğin bir yer oku’ demiş; Fatiha’yı veya başka bir sureyi belirtmemiştir.

İkinci görüş: Namazda Fatiha okumak şarttır, onsuz namaz olmaz. Bu da Malik, Şafii, Ahmed bin Hanbel gibi imamların ve cumhurun görüşüdür. Delilleri de zikredilen hadistir. Çünkü Peygamber (Ona Binler Selam): ‘Kim bir namaz kılar da onda Fatiha okumazsa eksiktir’ (Müslim, 395) demiştir. (…) Bir de Sahihayn’da geçen şu hadisi delil getirmişlerdir: ‘Fatiha okumayanın namazı yoktur’. (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 41)

Kur’an Okumaya Euzu (Kovulmuş şeytanın Şerrinden ALLAH’a Sığınırım) ile Başlanır:

“Ey ALLAH’ım, dinim hususunda bana zarar vereceğinden veya Sana karşı yükümlü olduğum bir vazifemden beni alıkoyacağından korktuğum şeytanın şerrinden, yaratıklarına değil sadece Sana sığınırım.

(…)şeytanın şerrinden kesinlikle kaçınılmasının emredilmesinin hikmeti, onun iyilikten anlamaz olması ve insanoğlunun helakinden başka bir şeye razı olmamasıdır. Halbuki insanlar aynı cins yaratıklar olmaları sebebiyle birbirlerine yakın ve birbirlerine karşı hoşgörülüdürler.

İşte bu sebepledir ki Yüce ALLAH, Kur’an okumaya başlarken şeytanın şerrinden Kendisine sığınılmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Kur’an’ı okuduğun (okumaya başlayacağın) zaman, o kovulmuş şeytandan ALLAH’a sığın’ (16/Nahl: 98)

Bu konuda Peygamber Efendimiz’den de çeşitli hadis-i şerifler rivayet edilmektedir. Örneğin: ‘ALLAH’ın huzurundan kovulmuş olan şeytanın dürtmesinden, gururlandırmasından ve üflemesinden (vesvese) her şeyi işiten ve bilen ALLAH’a sığınırım.” (Ebu Davud, Kitab es-Salah, 120/775) (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 73-74)

“Yüce ALLAH şöyle demiştir: ‘Sen affı tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir. Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, ALLAH’a sığın. Çünkü O, Semi’dir, Alim’dir.” (7/A’raf: 200-201). Ve Yüce ALLAH şöyle demiştir: ‘Sen kötülüğü en güzel şeyle sav! Biz, onların ne halt edeceklerini daha iyi biliriz. Ve de ki: ‘Rabbim! şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım Rabbim!” (23/Mü’minun: 96-98). Ve şöyle demiştir: ‘İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük bir nasibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen ALLAH’a sığın! Çünkü O, Semi’dir, Alim’dir.” (41/Fussilet: 34-36)

Bu üç ayetin bu anlamda dördüncüsü yoktur. Bunda da Yüce ALLAH, insana düşmanının yüzüne gülmeyi, ona iyilik etmeyi emrediyor ki temiz aslı, kendisini dostluğa ve samimiyete sevk etsin. Şeytan isimli düşmanından da kesinlikle ALLAH’a sığınmasını emrediyor çünkü o, yüze gülmeyi de, iyiliği de kesinlikle bilmez. Ademoğlunun helakinden başka bir şey istemez çünkü daha önceden Adem’e karşı aşırı düşmanlığı vardır. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurur: ‘Ey Ademoğulları! şeytan, ana-babanızı, mahrem yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennet’ten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belaya uğratmasın.’ (7/A’raf: 27). ‘Haberiniz olsun ki şeytan size düşmandır. Siz de ona düşman olun çünkü o, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin ehlinden olmaya çağırır.’ (35/Fatır: 6). ‘Şimdi siz, Beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar, sizin düşmanınızdır. Zalimler için ne kötü bir bedel! Ne zararlı bir takas!’ (18/Kehf: 50). şeytan, baba Adem’e, ‘ben, senin iyiliğini istiyorum’ diye yalandan yemin etmişti. Gel gör ki bize ne yapmaz! Şöyle demişti: ‘Öyle ise Senin izzetine yemin olsun ki, onların tümünü azdıracağım. Yalnız ihlasa erdirilmiş kulların hariç.’ (38/Sa’d: 82-83) Yüce ALLAH şöyle demiştir: ‘Kur’an’ı okuduğun (okumaya başlayacağın) zaman, o kovulmuş şeytandan ALLAH’a sığın. Gerçek şu ki, onun, iman edenler ve yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak onu dost edinenlere ve onu ALLAH’a ortak koşanlaradır.’ (16/Nahl: 98-100)

(…)

İki adam Peygamber’in (Ona Binler Selam) yanında çekiştiler. Birisi öfke ile doldu. Rasulullah: ‘Ben öyle bir kelime biliyorum ki eğer onu söylerse öfkesi geçer: Euzu billahi mineş şeytanirracim’, dedi.” (Ebu Ya’la, Müsned’den aktaran İbn Kesir, ibn Kesir Tefsiri, 1, 45)

“Alimlerin çoğunluğu istiazenin müstehap olduğunu, terk edenin günah kazanacağı şeklinde vacip olmadığını söylemişlerdir.

(…)

Euzu çeken: ‘Euzu billahi mineş şeytanirracim’ derse, Şafii ile Ebu Hanife’ye göre yeter.

(…)

İstiaze, Yüce ALLAH’a sığınmaktır. Bütün şerlilerin şerrinden O’nun yüceliğine sarılmaktır.

(…)

‘Euzu billahi mineş şeytanirracim’in manası: Kovulmuş şeytanın, dinime ve dünyama zarar vermesinden veya emredilen bir şeyi yapmaktan çevirmesinden veya men ettiği bir şeyi yapmaya kışkırtmasından ALLAH’ın Zat’ına sığınırım, demektir çünkü şeytanı insandan ancak ALLAH def eder. Bunun içindir ki Yüce ALLAH, insan şeytanına iyilik ederek idare etmeyi buyurmuştur ki onu yaratılışı itibariyle rahatsız edici şeylerden çevirsin. Cin şeytanından ise ALLAH’a sığınmasını emretmiştir. Çünkü o, rüşvet kabul etmez, ona iyilik kar etmez. Zira o, yaratılışı itibariyle kötüdür. Onu ancak, Yaratan ALLAH def eder. Bu mana, Kur’an’ın üç ayetinde geçmektedir, bir dördüncüsünü bilmiyorum: ‘Sen affı tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.’ (7/A’raf: 199). Bu, insan şeytanı ile muamele hakkındadır. Sonra şöyle dedi: ‘Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, ALLAH’a sığın. Çünkü O, Semî’dir, Alîm’dir.’ (7/A’raf: 200) Yüce ALLAH, Mü’minun Suresi’nde de şöyle demiştir: ‘Sen, kötülüğü en güzel şeyle sav! Biz onların ne halt edeceklerini daha iyi biliriz ve de ki: ‘Rabbim! şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım, Rabbim!’ (23/Mü’minun: 96-98) Yüce ALLAH, Hamim Secde Suresi’nde de şöyle demiştir: ‘İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen ALLAH’a sığın! Çünkü O, Semî’dir, Alîm’dir.” (41/Fussilet: 34-36) (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 47-48)

“İnsanların yapamayacağı yani Cenab-ı Hakk’tan başka hiç kimsenin başaramayacağı bir durum söz konusu olunca O, ‘ALLAH’ ismini kullanmıştır. İnsanların da şeytandan korunup sığınacakları tek varlık ALLAH olduğu için İstiaze sigasında bu isim kullanılmıştır.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 22)

şeytan Hakkında:

“Arapça’da ‘şeytan’, isyankar ve azgın olan her cin, insan, hayvan ve diğer şeylere denir. Nitekim Yüce ALLAH bir ayet-i kerimesinde insanların da şeytanları bulunduğunu açıklayarak şöyle buyurmuştur: ‘Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.’ (6/En’am: 112)

Hz. Ömer bir ata binmiş ve at çalımlı bir şekilde yürümüştür. Bundan dolayı Hz. Ömer onu dövmüş, at ise bunun üzerine daha da çalımlı yürümeye başlamıştır. O zaman da Hz. Ömer attan inmiş ve: ‘Beni bir şeytana bindirmişsiniz meğer. Kendimi tanımaz hale gelmeden önce ondan inmedim (yani onun üzerinde kendimi başka bir şekilde hissettim)’, demiştir.

Her şeyin isyankarına ‘şeytan’ denilmesinin sebebi, onun ahlak ve davranışlarının, banzerlerinden farklı ve uzak olmasındandır çünkü, ‘şeytan’ kelimesinin asıl anlamı, ‘uzak olan’ demektir.” (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 75)

“şeytan, Arap dilinde ‘şatana’ kökünden türemiştir. Uzak olmak manasınadır. O da tabiatı ile insan tabiatından uzaktır. Fasıklığı yüzünden de bütün hayırlardan uzaktır.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 49)

“Ebu Zer’in (ALLAH Ondan Razı Olsun) şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Rasulullah: ‘Ey Ebu Zer, insan ve cin şeytanlarından ALLAH’a sığın’, dedi. Ben de: ‘İnsanların şeytanı olur mu?’ dedim. O da: ‘Evet’, dedi.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 21036)

“şeytan, Cennet’ten kovulmaktan ve lanetlenmekten kendisini koruyamayacak kadar güçsüz bir varlıktır. O halde kendisine bile faydası olmayan bir varlığın başkalarına fayda vermesi ve takip ettiği yolun doğru olması imkansızdır ancak Yüce ALLAH’ın kudreti karşısında hiçbir varlık gösteremeyen şeytanın Hz. Adem’i tuzağa düşürdüğü de unutulmamalıdır. Bu nedenle onun, Rabbinin emirlerine boyun eğmeyen insanları yoluna çekecek kadar güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla insan, şeytanın tuzağına düşmemek için ondan uzaklaşarak, kendisine verdiği vesveselere ve yaptığı yönlendirmelere itibar etmeyerek Rabbine sığınmalıdır.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 24)

“ALLAH’a sığınmak’ ibaresinden, ortaya çıkan bir problemin halledilmesi hususunda işi ALLAH’ın belirleyiciliğine bırakmak gerektiğini anlamaktayız. Yani iki seçenek ile karşı karşıya kalan insan, bunlardan ALLAH’ın rızasına uygun olanı seçerse işte o zaman Rabbine sığınmış demektir. Zaten vahyi bağlamda sığınma bu şekilde gerçekleşebilir. Bu husus, şu ayette de formüle edilmiştir:

‘Ey iman edenler! ALLAH’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan yöneticilere de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, ALLAH’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onu ALLAH’a ve Rasulü’ne götürün. Bu, daha hayırlı ve sonuç bakımından daha da güzeldir.’ (4/Nisa: 59)

İlk bakışta İstiaze ile ilgisi yokmuş gibi görünen bu ayet dikkatlice incelenirse, onun aslında İstiaze’nin bütün şartlarını taşıdığı ve özetlediği kolayca anlaşılacaktır çünkü bir Müslüman’ın ortaya çıkan problemler karşısında çözümü ALLAH ve Rasulü’nün gösterdiği şekilde talep etmesi, bir anlamda İstiaze yapması, yani ALLAH’a sığınması demektir.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 45)

“(…) Bu da bize İstiaze’nin salt dil ile yapılacak bir eylem olmadığını, aksine onun fiili bir yönelişi ve dinamizmi gerektirdiğini ortaya koymaktadır öyle ki insanın hareket ve tavırlarında iyiye doğru bir değişmenin öncüsü olamayan ve sadece sözden ibaret kalan bir cümlenin arkasına sığınmak kurtuluş vesilesi olsaydı, her halde Cenab-ı Hakk ve O’nun Rasulü, hiçbir ihtilafa yer vermeksizin bu sözün zahirinin onun gerçek işlevi için yeterli olacağını belirtirlerdi.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 54)

“İstiaze’nin, insanı günahlara karşı koruyan sihirli bir formül olarak sunulduğunu görmekteyiz. Bu noktada tamamlayıcı bir unsur olarak insanın Rabbine sığınması gerekmektedir. Dolayısıyla bu veciz ifadeyi okuyan bir insanın hayatının her anını gözden geçirmesi, düşüncesinde, niyetinde, fiil ve eylemlerinde şeytanın sevimli gösterdiği, buna paralel olarak Rabbinin razı olmayacağı hiçbir şeye yönelmemesi gerekir. İşte insan ancak bu aşamadan sonra Besmele’yi okuyarak ALLAH adına iş yapmaya aday olabilir. Kısaca daha önce de ifade ettiğimiz üzere Besmele’yi okumak hakkı, ancak İstiaze’nin gereği yerine getirildikten sonra elde edilebilir.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 59)


1/FATİHA:1-RAHMAN,RAHİM ALLAH’IN ADIYLA

BESMELE VE ANLAMI HAKKINDA GENEL:

“Kur’an’ın dokuzuncu suresi olan “Tevbe” hariç, bütün surelerin başında yer alan besmelenin Kur’an-ı Kerim’den bir ayet olduğu konusunda bütün İslam alimleri ittifak etmiştir.

Besmelenin, başında yer aldığı sureye dahil olup olmadığı ise ihtilaflıdır. Besmeleyi, surenin ilk ayeti olarak kabul eden alimler bu nedenle namazda onu açık olarak, iki surenin arasında yer alan bir ara ayet olduğunu düşünen alimler ise içlerinden okumuşlardır.”

“Cumhura (alimlerin çoğunluğuna) göre Fatiha Suresi’ndeki besmele, diğer surelerden farklı olarak bu surenin asıl ayetlerinden biridir.” (İzzet Derveze, et-Tefsirü’l-Hadis, 1, 15)

besmeletalimi1

“Nahl Suresi’nde: ‘Kur’an okuduğun zaman kovulmuş olan şeytandan ALLAH’a sığın” (16/Nahl:98) denildiğinden Kur’an okumaya başlarken besmeleden önce istiaze diye bilinen ve ‘kovulmuş şeytandan ALLAH’a sığınırım’ anlamına gelen ‘Euzubillahimineşşeytanirracim’ sözü söylenir. Onun ardından da besmele çekilir.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 12) (Fakat bu notta işaret edilen ‘Euzu…’ kısmı Kur’an’a dahil olmayıp, okunması da farz değil sünnettir.)

“Zikri yüce ve isimleri mukaddes olan ALLAH, Peygamberi Muhammed’e (Ona Binler Selam) bütün işlerinin başında Esma-i Hüsna’sını, yani güzel isimlerini zikrederek başlamayı öğretiyor. Bütün önemli işlerini yerine getirmeden önce ALLAH’ın güzel isimlerini anmasını bildiriyor ve onu bu şekilde yetiştiriyor. Böylece peygamberini yetiştirdiği bu şekli, bütün yaratıklarına bir sünnet kılıyor, onlara da konuşmalarının, mektuplarının ve bütün işlerinin başında bu yolu takip etmelerini öğretiyor.

(…)

Abdullah bin Abbas şöyle demiştir: ‘Cebrail: ‘Ey Muhammed, ‘Bismillah’ de, derken ona şunu demek istemiştir: ‘Rabbin olan ALLAH’ı anarak oku. O’nu anarak ayağa kalk ve O’nu anarak otur.’

Bismillah’ın anlamı, ‘ALLAH’ı güzel isimlerle isimlendirerek ve O’nu anarak şöyle şöyle yapıyorum’, demektir. Bu ayetin anlamı, ALLAH’ın ismiyle yardımlaşarak veya ALLAH’ın isminden yardım dileyerek şu işe girişiyorum, demek değildir.(Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 76-77)

“Besmele’nin hemen öncesinde İstiaze’yi okuyarak şeytanın aciz bir yaratık olduğunu anlayan insan, bunun hemen akabinde Besmele’yi okuduğunda ise bir önceki durumun tam aksine Rabbini çok mükemmel isim ve sıfatlarıyla tanımaktadır. İşte bu aşamadan sonra aynı insan, ALLAH’ın adını anarak, O’nun adına iş yapmayı kendisi için bir ayrıcalıklı durum olarak kabul etmektedir.

(…)

Besmele’nin künhüne vakıf olamayan ve gereklerine riayet etmeyen kişinin aslında bu kutsal ibareyi okumaya hakkı da yoktur. Onun bu aşamada Besmele’den bir adım daha geri giderek İstiaze’nin gereklerini yerine getirmesi gerekir. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz gibi bir kişinin, Besmele olgusuyla ALLAH’ın adına iş yapabilmesi için her şeyden önce İstiaze’yi iyi anlaması ve buna uygun bir tavır sergilemesi gerekir. Bunun da en önde gelen şartı, şeytandan ve onun razı olduğu işlerden uzaklaşarak Yüce ALLAH’a sığınmaktır.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 62-97)

“Besmeleyi her sure başında tekerrür eden bir ayet kabul eden Kuşeyri, her surede besmeleye uygun düşen ve diğer yerlerde tekerrür etmeyen bir anlam verir. Bu da Kuşeyri’ye öz, orijinal bir yöndür.” (Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, 101)

 “Bir hadis-i şerifte: ‘Besmele her kitabın anahtarıdır’, buyurulmuştur. Kitabımızda Fatiha da dahil olmak üzere, her sure, besmele ile başlar. Yalnız Tevbe Suresi, savaş emrini içerdiği için başına besmele yazılmamıştır. Bu sebepledir ki hayvan keserken ‘Bismillahi ALLAHü ekber’ denilmesi, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ denilmemesi sünnet olmuştur. Çünkü gerek savaş, gerek öldürme ve gerekse hayvan kesme anında ‘er-Rahmanirrahim’in zikri uygun değildir.

Madem ki her gün farz namazda, Cenab-ı Hak, bu iki mübarek kelimenin zikrine bizi muvaffak kılmıştır, bu gösterir ki, ALLAH Teala bizi, başka insanları ve canlıları öldürmek ve başkalarına eziyet etmek için yaratmamıştır. Bilakis rahmet için, lütuf için, ihsan için yaratmıştır.” (Ayintabi Mehmet Efendi, Tibyan Tefsiri, 1, 13)

“Arifin biri, bir kağıda ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yazıp bunu kefenine koymalarını vasiyet etmiş. ‘Bunun sana ne faydası vardır?’ diye sormuşlar. O da: ‘Kıyamet günü: İlahi! Sen, bize bir Kitap gönderdin, başlığını da ‘Bismillahirrahmanirrahim’ kıldın. Şimdi Sen de bana Kitab-ı Kerim’inin başlığına göre muamele et derim’ cevabını vermiş.” (Ayintabi Mehmet Efendi, Tibyan Tefsiri, 1, 14)

“ALLAH’ lafzı, ilahlık vasfına sahip olan demektir. İlahlık ise celal sıfatlarına sahip olmaktır. Buna göre, ‘ALLAH’ın adıyla’ sözü, kuvvet ve kudrette benzeri olmayanın adıyla demektir. ‘Rahman ve Rahim’ ise karşılıksız lütuf ve yardımda bir olan demektir. Böylece ilahlığı duymak heybet ve teslimiyete, rahmeti duymak ise yakınlık ve kereme vesile olur. Bu ayeti duyan kimseye lütufta bulunan şanı yüce ALLAH, onu sahv -kendinde olma- ve mahviyet ile beka ve fena mertebeleri arasında götürüp getirir. Ona ilahlık sıfatıyla tecelli ettiği zaman ise kendisine celalini gösterir.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 33)

Besmele’nin Fatiha’ya Özel Anlamı:

“Yüce ALLAH, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde ‘sure’ kavramından söz etmiştir. ‘Haydi onun benzeri bir sure getirin’ (10/Yunus: 38); ‘Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin.’ (11/Hud: 13); ‘Bir sure indirildiğinde…’ (9/Tevbe: 86); ‘Bu, indirdiğimiz ve içindeki hükümleri farz kıldığımız bir suredir.’ (24/Nur: 1)  Bu ifadelerden anlıyoruz ki, Yüce ALLAH’ın parça parça ayırıp her bir parçasına sure adını verdiği sözleri kendi içinde bir tür birliğe ve bütünlüğe sahiptir. Bu bütünlük, ne bir surenin bölümleri, ne de iki ayrı sure arasında söz konusu değildir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, güdülen amaç ve sağlanan sonuçlar sureden sureye farklılık gösterir. Her bir surenin akışı özel bir anlamı vurgulamaya, özel bir sonuç elde etmeye yöneliktir ve bu hedef gerçekleşmediği sürece sure bitmez. Dolayısıyla her surenin başında yer alan ‘Besmele’ o sureyle güdülen özel hedefe dönüktür.

Şu halde Hamd Suresi’nin (Fatiha) başındaki besmele de, surenin hedefine ve sureden çıkarılan anlama dönüktür. Bu surede ifade edilen amaç ise, kulluk sunmak suretiyle ALLAH’a hamd etmektir. Kulluğu en geniş boyutlarıyla O’na özgü kılmak, O’ndan yardım ve hidayet dileyerek, O’nu fiilen övmektir. Bu sözleri Yüce ALLAH kulları adına dile getiriyor ki, kulluk sunma açısından ALLAH’ın öngördüğü ve gösterdiği tavırlar içerisinde hareket etsinler.

Kulluğun ifadesi, kulun yerine getirdiği davranışlardır; kulluk kastı taşıyan eylemlerdir. Rahman ve Rahim olan ALLAH’ın adıyla başlamak, işte bu amaca yöneliktir. Bu durumda anlam şöyle olur: ‘Senin adınla, Sana yönelik kulluğumu ifade etmeye başlıyorum.” (Muhammed Hüseyn Tabatabai, El-Mizan Fi Tefsir-il Kur’an, 1, 51)

“ALLAH” İsmi Hakkında:

“ALLAH, (Hak) gerçek Ma’budun (Kendisine ibadet edilmesi gereken varlığın) özel ismidir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 39)

“Bu ismin sahibi en ulu ve en yüce Varlık, evrenin var olmasında, sürmesinde, gelişmesinde ilk sebep/gerekçe olduğu gibi; yüce ‘ALLAH’ ismi de irfan dilimizde öyle özel ve çok yüce bir başlangıçtır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır , Hak Dini…, 1, 40)

“Bilinen dillerde ‘ALLAH’ isminin eş anlamlısını bilmiyoruz. Sözgelimi: ‘tanrı, hüda’ isimleri ALLAH gibi özel isim değildir, ‘ilah, rab, ma’bud’ gibi genel isimdir. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 43)

“Batıl ma’budlara bile tanrı cins ismi verilir. Müşrikler birçok tanrılara taparlardı. ‘Falanların tanrıları şöyle, filanlarınki şöyledir’ denilirdi. Demek ki ‘tanrı’ cins ismi, ‘ALLAH’ özel isminin eşanlamlısı değildir, geneldir. Öyleyse ‘ALLAH’ ismi yerine ‘tanrı’ ismi konulamaz. Bunun içindir ki Süleyman Efendi (Çelebi) mevlidine ‘ALLAH’ adıyla başlamış, tanrı adı dememiştir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 43)

“ALLAH ismi ne türetilmiş ne de başka bir dilden aktarılmıştır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 47)

“ALLAH lafzı hiçbir kökten alınmamıştır. ALLAH’ın mukaddes zatına özgü bir isimdir. Hiçbir yaratılmış bu isimle adlandırılmamıştır. Bundan dolayı ALLAH lafzının çoğulu yoktur. (Muhammed Ali Sabuni, Ahkam Tefsiri, 1, 14)

“ALLAH, sıfat olmayan bir isimdir çünkü bu ismi başka sıfatlarla nitelendirdiğiniz halde onunla başkalarını nitelendiremiyorsunuz.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 41)

“ALLAH’ın diğer adlarının (Esma-i Hüsna’nın) bir harfi değişecek olsa anlam bozulur. Artık ALLAH’a isim olamazlar. Fakat ‘ALLAH’ kelimesinden ‘Elif’ harfi kaldırılsa bu kelime ‘lillahi’ olur ki anlamı yine ‘ALLAH’ demektir. ‘lillahi’deki birinci ‘lam’ kaldırılsa bu kez kelime ‘lehü’ şeklini alır ki yine ALLAH anlamına gelir. ‘lehü’deki ‘lam’ kaldırılsa bu kez de ‘hüve’ olur ki yine ‘ALLAH’ın ismidir. Sonuç olarak, Lafza-i Celal’in (ALLAH kelimesinin) her harfi ALLAH’ın ismidir.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 32)

“ALLAH isminin özelliği odur ki, bunu adet haline getirip zikredenin toplum içinde buyrukları yerine gelir. Halk tarafından sevilir. İstekleri reddedilmez.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 33)

“ALLAH ismi bütün Kur’an’da 2697 defa geçmektedir. (…) Bütün Kur’an’da geçen ALLAH isminin, Mekki ve Medeni surelere dağılış oranı, yaklaşık olarak şöyledir: % 35-40 Mekki surelerde, % 60-65 ise Medeni surelerde. Metnin toplam uzunluğu bakımından, yine yaklaşık bir hesapla, Mekki sureler Kur’an metninin % 60’ını, Medeni sureler ise, % 40’ını oluşturur. Bu oranların belli bir ölçüde hata payı olsa da, Kur’an vahyinin ileri aşamalarında ALLAH lafzının, büyük bir oranda fazla zikredildiği kesindir. Biz, bu gerçeğe şöyle bir açıklama düşünüyoruz: Kur’an’ın ilk muhatapları, ALLAH ismini verdikleri bir uluhiyete teorik olarak inanmakla beraber, kulluklarını öbür ‘erbab’ (rabler) ve ‘alihe’lerine (ilahlarına) yöneltiyorlardı. Son derece çaresizlik içinde kaldıkları durumlar dışında, O’nu hatırlamıyorlardı bile. Kısaca denilecek olursa, ALLAH onların hayatlarında anlamsız bir kelime idi. Kur’an, ALLAH’ın her türlü varlıkla, evren, yaşam ve insanlarla olan ilişkilerini, ALLAH’ın onlar üzerindeki hakimiyetini, özellikle ‘Rabb’ vasfını kullanmak suretiyle oluşturmuş, sonra da belirli bir dönemde (nüzul sıralamasında 43 ile 60. Surelerde) zaman zaman sekiz yerde: ‘İşte bu ALLAH’tır sizin Rabbiniz’ ana fikrini getirerek, ALLAH’ın evrenin ve ibadetlerin tek sahibi olduğu gerçeğini, insanların gözünde, yeniden zihinlere yerleştirmiştir. ALLAH ismi, böylece bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplayan odak kavram haline gelmiştir. Artık bundan sonra O’nu tanıtmaya fazla ihtiyaç kalmadığından, sadece ALLAH ismini söylemek, O’nun bütün gerçekliğine işaret için yeterli geldiğinden, uluhiyeti tanıtmakta ilkin birinci derecede zikredilen ‘Rabb’ vasfı azalmış, ALLAH lafzı ise artmıştır. Bu demek değildir ki ‘Rabb’ lafzı büsbütün zikredilmez olmuştur; duruma göre bu oran çok azalmıştır. (Medine dönemi vahiylerinde Rabb-ALLAH isimleri arasındaki oran 1/10 kadardır) (Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am…, 15)

Besmelenin Manevi Değeri ve Önemi ile İlgili Hadisler ya da Günlük Hayatın Akışı İçinde Besmele:

  • “Herhangi bir söze ya da önemli bir işe ALLAH’ın adı anılmadan başlanırsa o iş neticesizdir, güdüktür.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 359)
  • “İnsanların elbiselerini çıkardıkları zaman ‘Besmele’ çekmeleri, insanların mahrem yerleri ile cinlerin gözleri arasında perde olur.” (Suyuti, Camiu’s-Sagir, 2, 32)
  • “Bineğin, sen üzerindeyken tökezleyecek (ya da taşıt aracı arıza yapacak) olursa: ‘Kahrolasıca şeytan’ deme. O zaman şeytan bir ev kadar oluncaya dek şiştikçe şişer ve: ‘Ben kendi gücümle bu işi yaptım’ der. Sen, onun yerine: ‘Bismillahirrahmanirrahim’ de. O zaman şeytan bir sinek gibi oluncaya kadar küçülüp gider.” (Ebu Davud, Edeb, 77)
  • “Kapını kapat, ALLAH’ın adını an. Kandilini söndür ve ALLAH’ın adını an. (Yemek) kabını ört ve ALLAH’ın adını an. Su kabının ağzını kapat ve ALLAH’ın adını an.” (Buhari, Eşribe, 22)
  • “Sizden herhangi biriniz hanımı ile ilişki kurmak istediği takdirde: ‘Adınla ey ALLAH’ım! Şeytanı bizden uzaklaştır, bize ihsan ettiğin rızıktan da şeytanı uzak tut’ diyecek olursa, bu ilişkilerinden dolayı çocukları olduğu takdirde şeytan ona ebediyyen zarar veremez.” (Buhari, Tevhid, 13)
  • “ALLAH’ın adını an, sağ elinle ve önünden ye!” (Müslim, Eşribe, 108)
  • “Yemeğin üzerine ALLAH’ın adı anılmadığı takdirde, şeytan o yemeği kendisine helal bilir (o yemekten yer). “ (Müslim, Eşribe, 102)
  • “Hayvanını kesmemiş olan ALLAH’ın adı ile kessin.” (Buhari, Zebaih, 18)
  • “Elini vücudunun ağrıyan tarafına koy ve üç defa ‘Bismillah’, yedi defa da: ‘Hissettiğim ve kendisinden çekindiğim şeyin (ağrının) kötülüğünden ALLAH’ın izzetine ve kudretine sığınırım’ de.” (Müslim, Selam, 67)
  • “Bismillahirrahmanirrahim’ her kitabın anahtarıdır.” (Fevzü’l-Kadir, 3, 191)
  • “O (Besmele) ALLAH’ın isimlerinden bir isimdir. Onunla ALLAH’ın en büyük ismi arasında gözün siyahı ile beyazı arasındaki kadar fark vardır.” (İbn Kesir, Büyük Kur’an Tefsiri, 1, 54)

Rahman İsminin Rahim İsminden Önce Zikredilmesinin Hikmeti:

“ALLAH’ın Rahman ismi, Rahim isminden önce zikredilmiştir. Rahman ismi yalnız ALLAH’a mahsustur. ALLAH’tan başkası bu isimle vasıflandırılamaz.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 48)

“Rahman ismi ALLAH’a has bir isimdir. Rahim ismi ise hem Ona hem başka varlıklara verilebilir. Eğer buna göre ‘Rahman’ın ifade ettiği anlam daha büyüktür; o halde büyük olanı zikrettikten sonra, küçük olanı niye zikretmiştir?’ denilirse, buna cevabımız şudur: Çünkü büyük olandan önemsiz ve basit şey istenmez.

Anlatıldığına göre, birisi, bir büyüğün yanına giderek: ‘Ufak bir şeyden ötürü sana geldim’ demiş. O da bunun üzerine: ‘Önemsiz şeyler için önemsiz bir adam ara!’ diye cevap vermiştir.

Buna göre Cenab-ı Hakk sanki şöyle demiş olur: ‘Eğer Rahman ismini kaydetmekle yetinseydim, Benden utanır ve Benden basit isteklerde bulunman imkansız olurdu ancak sen, Benim ‘Rahman’ olduğumu bildiğin için, Benden büyük şeyler istersin; ama Ben aynı zamanda ‘Rahim’im. O halde Benden ayakkabının bağını ve tencerenin tuzunu da iste!” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 327)

İslam Alimlerine Göre Besmelenin Değeri, Önemi ve İşlevi:

“Cenab-ı Hak Kendisini Rahman ve Rahim diye adlandırdı. O halde nasıl merhamet etmesin? Anlatıldığına göre bir dilenci zengin bir kimsenin kapısında durarak, bir şeyler istemişti. Bunun üzerine kendisine çok az bir şey verildi. İkinci gün, elinde bir baltayla geldi ve kapıyı kırmaya başladı. Ona, ‘Ne yapıyorsun?’ denilince şöyle cevap verdi: ‘Ya kapı verilene uygun olacak ya da verilen kapıya uygun…’ Ey Rabbimiz! Merhamet denizlerinin, Senin rahmetine oranı, zerrenin Senin Arş’ına oranından daha küçüktür. Kitabının başında rahmetinin sıfatını kullarına bildirdin. Öyle ise bizi rahmetinden ve lütfundan mahrum bırakma.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 236)

“Çoğu kez, hükümdarın kölelerinin, at, katır ve eşek gibi hayvanları satın aldıklarında, hükümdarın düşmanlarının bu mallarda gözü olmasın diye, hükümdarın damgasını onların üzerine vurdukları görülür. Tıpkı bunun gibi, Cenab-ı Hakk da şöyle buyurmuştur: Şüphesiz senin ALLAH’a olan itaatine karşı çıkan, şeytan isminde bir düşmanın vardır. Öyle ise bir işe başladığında, düşmanın onda gözü olmasın diye, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek ona damgamı vur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 236)

“Besmelede ‘ALLAH, Rahman ve Rahim’ ismlerinin zikredilmesinin hikmeti, Kur’an-ı Kerim’de muhatap  alınanların üç kısım olmasındandır.

Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: ‘Onlardan kimi kendine zulmeder, kimi orta yolu izler, kimi de ALLAH’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.’ (35/Fatır:32) Bu ayette Cenab-ı Hakk, sanki şöyle buyurmaktadır: “Ben hayırlarda önde olanların ALLAH’ıyım. Orta yolu tutanların Rahman’ıyım. Zulmedenlerin de Rahim’iyim.’

Aynı şekilde, ‘ALLAH’, lütuflarda bulunan; Rahman, seçkin kullarının küçük hatalarını bağışlayan; Rahim de kabalığı bağışlayandır. Rahmetinin mükemmelliğinden dolayı, Cenab-ı ALLAH adeta şöyle diyor: ‘Ey kulum! Ben senin öyle durumlarını biliyorum ki, eğer anne ve baban onları bilmiş olsaydı, seni terk ederlerdi. Eğer hanımın onları bilseydi, sana cefa ederdi. İnsanlar bilseydi, hemen senden kaçarlardı. Komşun bilseydi, evini yerle bir etmeye çalışırdı. Ben, bütün bunları biliyorum ve fakat, Benim Kerim bir Rabb olduğumu bilesin diye, lütfumla onları örtüyorum.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 239)

“Ariflerden birisi Besmeleyi yazdı ve bunun kefenine konulmasını vasiyet etti. Bunun üzerine ona: ‘Bundan ne umuyorsun?’ denildi. O da: ‘Kıyamette şöyle derim: ALLAH’ım! Sen bir Kitab gönderdin ve başına Besmeleyi koydun. O halde bana Kitab’ının bu başlığına göre davran.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 241)

“Tevbe Suresi, savaş emrini içerdiği için başına Besmele yazılmadı. Yine bir hayvanı keserken uyulması gereken sünnet te böyledir. O sırada, ‘BismillahiALLAHuekber’ denilir de, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ denilmez çünkü savaş ve öldürme zamanında, Rahman ve Rahim kelimelerini söylemek uygun olmaz. Her gün Besmeleyi farz namazlarda on yedi defa söylemeye muvaffak kıldığına göre; bu durum, ALLAH’ın, seni başkalarını öldürmen ve azap etmen için değil, merhamet, iyilik ve lütufta bulunman için yaratmış olduğunu gösterir. Yüce ALLAH, doğru yola götürendir.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 241)

“İlim adamları der ki: ‘Besmele, Rabbimizin her sure başında indirmiş olduğu bir yeminidir. Bununla kullarına şu şekilde yemin etmektedir: Kullarım, Benim, bu surede sizin için indirdiğim buyruklar hakkın kendisidir ve Ben bu surede size yapmış olduğum vaadimi, lütfumu ve size iyilikle davranacağıma dair bu suredeki bütün sözlerimi aynen yerine getireceğim.” (İmam Kurtubi, El-Camiu…, 1, 306)

“ALLAH tarafından on dokuz zebaniden kurtulmak isteyen kimse ‘Bismillahirrahmanirrahim’ desin ki Yüce ALLAH da o kimse için bunun her bir harfi karşılığında her bir zebaniden kendisi vasıtasıyla korunacağı bir kalkan yaratsın. Besmele de Yüce ALLAH’ın haklarında: ‘Üzerinde on dokuz (görevli melek) vardır.” (74/Müddessir:30) diye buyurduğu, cehennem üzerinde görevli melekler sayısınca on dokuz harftir.” (Abdullah b. Mes’ud) (İmam Kurtubi, El-Camiu…, 1, 307)

“Besmele ve Fatiha Suresi sonuna kadar kul lisanı ile söylenmiştir. Bunun sebebi ALLAH’ın ismiyle, hayır ve bereket dilemek ve aynı zamanda bunun adabını, hamd etmenin ve lütfunu dilemenin yolunu göstermesini istemektir.” (Ebussuud Efendi, Ebussuud Tefsiri, 1, 52)

“Bismillah her hayrın başıdır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 3)

“Bu mübarek kelime İslam’ın sembolü olduğu gibi, bütün varlıkların beden dilleriyle sürekli tekrarlaya durdukları bir sözdür.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 3)

“Fatiha’nın besmelede içkin/özetlenmiş olduğunda bütün keşif ehli birliktirler.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 178)

“(ALLAH) kutsal ‘Bismillahirrahmanirrahim’ kelimesinin, her sure başında tekrar ile ve her mübarek işte zikredilmesini emretmesiyle, evreni çevreleyen geniş rahmetini sığınak ve dayanak olarak gösteriyor.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 620)

“Bismillahirrahmanirrahim’in bir cilvesini şöyle gördüm ki:

Evren’in yüzünde, Dünya’nın yüzünde ve insanın yüzünde, birbiri içinde birbirinin örneğini gösteren üç rububiyet damgası var.

Birincisi, Evren’in bütünündeki yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşma ve birbirine karşılık vermeden ortaya çıkan büyük Uluhiyet (Tanrı oluş) damgasıdır ki, ‘Bismillah’ ona bakıyor.

İkincisi, Yeryüzü’nün simasında, bitkilerin ve hayvanların ihtiyaçlarının giderilmesi, geliştirilmesi ve yönetilmesindeki benzeşme, uyum, düzen, düzgünlük, lütuf ve merhametten ortaya çıkan Rahmaniyetin büyük damgasıdır ki, ‘Bismillahirrahman’ ona bakıyor.

Sonra, insanın bütün varlığının yüzündeki, ALLAH’ın ona acıyışını gösteren güzellikler, şefkat incelikleri ve ALLAH’ın merhametinin parıltılarından ortaya çıkan yüce Rahimiyet damgasıdır ki, ‘Bismillahirrahmanirrahim’deki er-Rahim ona bakıyor.

Demek, ‘Bismillahirrahmanirrahim’, Evren sayfasında nurlu bir satır oluşturan üç Ehadiyet (ALLAH’ın tekliği) damgasının kutsal ünvanıdır ve kuvvetli bir bağıdır ve parlak bir hattıdır yani, ‘Bismillahirrahmanirrahim’, yukarıdan inerek, ucu, evrenin meyvesi ve alemin küçük bir örneği olan insana dayanıyor. Yeri Arş’a bağlar;  insani arşa çıkmaya bir yol olur.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 632)

“Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir miraç var. O miraç ise, ‘Bismillahirrahmanirrahim’dir ve bu miracın ne kadar önemli olduğunu anlamak istersen, Kur’an’ın yüz on üç suresinin başına ve hem bütün mübarek kitapların başlangıcına ve bütün mübarek işlerin kaynağına bak ve besmelenin değerinin büyüklüğüne en kesin bir kanıt şudur ki, İmam Şafii gibi çok büyük müçtehidler demişler ki: ‘Besmele, tek bir ayet olduğu halde, Kur’an’da yüz on dört defa nazil olmuştur.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 633)

“Rahmet hazinesinin en değerli pırlantası ve kapıcısı Hz. Muhammed (O’na Binler Selam) olduğu gibi, en birinci anahtarı da ‘Bismillahirrahmanirrahim’dir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 635)

“Görünürde, sebepler eliyle gelen nimetleri, o sebeplerden bilerek almamak gerektir. Eğer o sebep irade sahibi değilse (örneğin, hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hakk adına verir. Madem o, beden dili ile ‘Bismillah’ der, sana verir; sen de ALLAH’ın adına olarak, ‘Bismillah’ de, al.

Eğer o sebep irade sahibi ise, o ‘Bismillah’ demeli, sonra ondan al. Yoksa alma çünkü: ‘Üzerine ALLAH’ın adı zikredilmeden kesilen hayvanlardan yemeyin.’ (6/En’am:121) ayetinin asıl anlamından başka işaret yoluyla gösterdiği bir anlamı da şudur ki: ‘Gerçek Nimet Veren’i hatıra getirmeyen ve O’nun adıyla verilmeyen nimeti yemeyin.’

O halde, hem veren ‘Bismillah’ demeli, hem alan ‘Bismillah’ demeli. Eğer o ‘Bismillah’ demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen ‘Bismillah’ de, onun başının üstünde ALLAH’ın Rahmetinin elini gör, şükürle öp, ondan al yani, nimetten nimetin veriliş şekline bak, nimetin veriliş şeklinden Gerçek Nimet Veren’i düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o görünürdeki aracıya istersen dua et çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 653)

“Bismillahirrahmanirrahim’ gibi ayetlerde bulunan manevi çekirdekler ve nurani esaslar, tekrar edildikçe iştahları açar; misk gibi karıştırıldıkça kokar.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1167)

“Bismillah’, tatlı tatlı esen meltem gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden, ihtiyacın çokluğundan ötürü Kur’an’da çok tekrar edilmiştir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2,1330)

“Madem ‘Bismillah’, ALLAH’ın kullarına bir ders olarak inmiş, elbette ‘söylemek’ anlamına gelen ‘de ki (Kûl)’ kelimesi, anlam olarak ‘Bismillah’ta içkindir. (…) İşte ‘Bismillah’taki ‘de ki’ anlamı bütün Kur’an’daki ‘de ki… de ki’ sözlerinin esası ve anasıdır. Buna dayalı olarak ‘de ki’ kelimesinde peygamberliğe işaret olduğu gibi, ‘Bismillah’ta da ALLAH’ın Tanrı oluşuna (Uluhiyet) gönderme vardır. (…) Yani, yalnız O’nun ismiyle başla ve yardım al.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1848)

“Ya Rabbi, ben, Senin isminin yardımıyla ve O’nun bereketiyle okuyacağım. Her şey Senin kudretinle ve yaratmanla ve yardımınla olduğu gibi, yalnız ve yalnız Senin isminle başlıyorum.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1849)

“ Ve ‘Rahman’ isminde adaletin düzenine ve rahmetin cilvelerine işaret var çünkü çeşitli ve karmakarışık olan yaratılmışlar (O’nun) düzenlemesi ile güzelleşmiş ve rahmetin yansımalarına mazhar olabilirler ve ‘Rahim’de yeniden dirilişe işaret vardır çünkü anlamında hem affetmek, hem rahmet ve şefkat etmek ve bu geçici dünyada o dört anlam (Kur’an’ın temel anlamları: Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet) bütün gerçekliği ile tam bir biçimde görünmediğinden elbette başka bir yerde o anlamlar tam olarak ortaya çıkacaktır. Hem rahmet ve şefkat gerçekliği ile dirilmemek üzere öldürmenin bir arada olabilmesi mümkün değildir. Demek ‘Rahim’deki şefkat parmağını Cennet’e uzatmış gösteriyor.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1849)

“Bismillah’ güneş gibidir. Başkalarının aydınlattığı gibi kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun gerçekliğini herkesin ruhu hisseder.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1849)

“Herhangi bir yazar, kalemi eline alırken ‘Bismillah’ dedi mi, onun kastı, ‘ALLAH’ın adının yardımı ile yazıyorum’; sofraya oturan kişi yemeğe başlamadan önce ‘Bismillah’ dedi mi, onun kastı, ‘ALLAH’ın isminin yardımı ile yiyorum’ demektir. Bunun gibi herhangi bir işin başlangıcında ‘Besmele’ okunduğu zaman o işe uygun bir fiil de ifade edilmiş olur.” (Muhammed Ali Sabuni, Ahkam Tefsiri, 1, 13)

“Yüce ALLAH’ın parça parça ayırıp her bir parçasına sure adını verdiği sözleri kendi içinde bir tür birliğe ve bütünlüğe sahiptir. Bu bütünlük ne bir surenin bölümleri, ne de iki ayrı sure arasında söz konusu değildir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, güdülen amaç ve sağlanan sonuçlar sureden sureye farklılık gösterir. Her bir surenin akışı özel bir anlamı vurgulamaya, özel bir sonuç elde etmeye yöneliktir ve bu hedef gerçekleşmediği sürece sure bitmez. Dolayısıyla her surenin başında yer alan ‘Besmele’, o sureyle güdülen özel hedefe dönüktür.

Şu halde Hamd (Fatiha) Suresi’nin başındaki besmele de, surenin hedefine ve sureden çıkarılan anlama dönüktür. Bu surede ifade edilen amaç ise, kulluk sunmak suretiyle ALLAH’a hamd etmektir; kulluğu en geniş boyutlarıyla O’na özgü kılmak, O’ndan yardım ve hidayet dileyerek, O’nu fiilen övmektir. Bu sözleri Yüce ALLAH, kulları adına yerine getiriyor ki, kulluk sunma açısından ALLAH’ın öngördüğü ve gösterdiği tavırlar içinde hareket etsinler.

Kulluğun ifadesi, kulun yerine getirdiği davranışlar ve kulluk kastı taşıyan eylemlerdir. Rahman ve Rahim olan ALLAH’ın adıyla başlamak, işte bu amaca yöneliktir. Bu durumda anlam şöyle olur: ‘Senin adınla, Sana yönelik kulluğumu ifade etmeye başlıyorum.” (Muhammed Hüseyn Tabatabai, El-Mizan…, 1, 51)

“Rahman, Rahim ALLAH Adına ‘Alak/1’le Peygamberimizden ALLAH adına okuması istenmişti. Bu talimatla özel hayatının bittiği, artık yapacağı çalışmaların ALLAH adına olacağı mesajı verilmişti. Ayrıca bu işten maddi ve manevi çıkar sağlaması da söz konusu değildi. Geçmişteki tüm peygamberler de aynı görev bilinciyle donatılmış, tebliğ ve davetlerini ALLAH adına yapmakla emrolunmuşlardı. Mesela; güneşe tapan Sebe halkını bu sapkınlıktan kurtarmak isteyen Süleyman peygamber de kraliçeye yazdığı mektubuna, ‘Rahman, Rahim ALLAH adına’  (Neml/30)  diye başlamış ve isteklerini bildirirken ALLAH adına hareket ettiği bilinciyle davranmıştır.” (Hakkı Aydın, İşte Kur’an, 1, 129)

Besmele’nin Fıkhi Boyutu… Hangi Durumlarda Farz Olur?

“Mushaf (Kur’an) yazarken  ‘Tevbe’ Suresi hariç diğer surelerin başında, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yazmak farzdır. Hayvan keserken ve av hayvanına ateş ederken sadece ‘Bismillah’ demek de farzdır. Bile bile terkedilirse o hayvan yenmez. Unutularak terkedilmişse yenebilir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 59)

Besmele Çekmenin Yasak Olduğu Yerler:

Yapılması haram olan bir işe başlarken Besmele çekmek küfürdür. Örneğin: İçki içmek, kumar oynamak, zina etmek gibi… Bu konuda İslam alimleri arasında ittifak vardır. Besmeleyle alay etmek de aynı şekilde bir dinden çıkma sebebidir. (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 29)

Neden Önce Rahman İsmi Zikredilmiştir?

“Neden önce Rahman zikredilmiştir, halbuki aşağıdan yukarıya çıkılması gerekirdi? Çünkü dünya rahmeti öncedir de ondan. Bir de o özel isim gibi olduğundan ALLAH’tan başkasına sıfat olamaz. Zira manası gerçek nimet veren, rahmette son dereceye varan demektir. Bu da başkasında gerçek olarak bulunmaz zira başkası iyiliğinin karşılığını bekler. Nimetinden sevap almak ya da onunla övülmek veya içine düşen sıkıntıyı gidermek veyahut içinden mal sevgisini atmak ister sonra başkası bu hususta aracı gibidir çünkü nimetin kendisi, varlığı, onu elde etmek için gereken kudret ve onu meydana getiren sebep, ondan yararlanma imkanı, ondan güç almak vs. gibi bütün şeyler ancak ALLAH’ın yardımı ile olur.” (Kadı Nasırüddin el-Beydavi, Beydavi Tefsiri, 1, 21)

Rahman ve Rahim İsimlerinin Sadece ALLAH İçin Kullanılmasının Hikmeti:

“Bu isimlerin Yüce ALLAH’a tahsis edilmesi şunun içindir: Arif olan bilmelidir ki, bütün işlerde yardımı istenen gerçek Ma’bud, O’dur. Nimetlerin peşin ve veresiyesini, önemli ve önemsizini gerçek veren O’dur. O zaman arif her şeyiyle ALLAH’ın pak huzuruna yönelir, Tevfik ipine sarılır, içini O’nun zikri ile meşgul eder ve başkasına karşı yalnız O’ndan yardım diler.” (Kadı Nasırüddin el-Beydavi, Beydavi Tefsiri, 1, 21)

Besmele’de Neden ‘Rabb’ Sıfatı Zikredilmemiştir ?

“Besmele’de ‘ALLAH’ isminin ‘Rabb’ sıfatı zikredilmeksizin yalnız ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ ile vasıflanması, ALLAH’ın yüce isminden yardım ve bereket dileyen kimsenin haline daha münasip ve maksatlarına daha uygun olduğu içindir.” (Ebussuud Efendi, Ebussuud Tefsiri, 1, 60)


1/FATİHA: 2- HAMD, ALEMLERİN RABBİ ALLAH’A MAHSUSTUR.

BU AYETİ TEFSİR EDEN DİĞER AYETLER:

“Ve şöyle de: ‘Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, aczinden ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan ALLAH’a hamdederim.” (17/İsra:111) Böylece ALLAH’a, özellikle hangi sebeplerden ötürü ve hangi nitelikleri zikredilerek hamd edilmesi gerektiği belirtilmiş oluyor. (1/Fatiha:2)’de özet olarak ifade edilen ‘ALLAH’a hamd’ ifadesi bu ayet ile doğrudan Kur’an’ın kendisi tarafından tefsir ediliyor.

“Cennet halkı ahiretin şiddetinden kurtulup, Cennet nimetine kavuştukları zaman Kur’an’ın anlatımına göre şöyle diyecekler: ‘Hamd olsun ALLAH’a, bizden o kederi giderdi” (35/Fatır:34)

Dünya halkı da ALLAH’a şükrederek şöyle demişlerdir: ‘Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden ALLAH’a mahsustur” (6/En’am:1) (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 43)

“Bazı ayetlerde hamd ve teşekkürün ‘göklerde ve yerde(30/Rum:18); ‘dünyada ve ahirette’ (28/Kasas:70;34/Sebe:1) sadece ALLAH’a sunulabileceği belirtilmektedir.” (Heyet, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 3)

“Eğer inkar ederseniz bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi ALLAH’ındır. ALLAH, Ganî’dir, Hamîd’dir (zenginliği sonsuz, övgüye tek başına layık).” (4/Nisa: 131)

“Onların Cennet’teki duaları: ‘Sübhansın ALLAH’ım! (Her türlü noksandan münezzeh ve yücesin)’ demektir.  Birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri:  ‘Selam!’ ; dualarının sonu da: ‘Elhamdüllilahirrabbilalemin! (Hamd, alemlerin Rabbi olan ALLAH’a mahsustur!)’ sözleridir.” (10/Hud: 10)

“O’nu, gök gürlemesi hamd ile melekler de korkusundan tesbih eder.” (13/Rad: 13)

“Hamd, O ALLAH’a ki, kuluna Kitap indirdi ve ona tutarsız hiçbir şey koymadı.” (18/Kehf: 1)

“Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et.” (20/Taha: 130)

“Hamd O ALLAH’adır ki, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O’nundur. Ahirette de hamd O’na mahsustur.” (34/Sebe: 1)

“(Kıyamet Günü’nde) Melekleri de görürsün ki, Arş’ın etrafını çevirmişler, Rablerine hamd ile O’nu tesbih ediyorlardır.” (39/Zümer: 75)

“Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi, bütün alemlerin Rabbi olan ALLAH’a mahsustur.” (45/Casiye: 36)

“(Namaza) Kalktığın zaman da Rabbini hamd ile tesbih et.” (52/Tur: 48)

“Bir ayette ‘Alemlerin Rabbi’ ifadesi, ‘Göklerin, yerin bu ikisi arasında bulunan her şeyin (kainatın) Rabbi’ diye açıklanmıştır (26/Şuara:23-24)(Heyet, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 3)

“Çünkü Rabbi ona: ‘Müslüman ol!’ dediğinde (İbrahim:) ‘Alemlerin Rabbi olan ALLAH’a teslim oldum!’ demişti.” (2/Bakara:131)

“ALLAH, alemlere karşı büyük lütuf sahibidir.” (2/Bakara: 251)

“Şüphesiz ALLAH, bütün alemlerden zengindir.” (3/Al-i İmran: 97)

“Çünkü ALLAH alemlere zulmetmek istemez.” (3/Al-i İmran: 108)

“Alemlerin Rabbi olan ALLAH’a hamd olsun ki böylece zulmeden toplumun kökü kesildi.” (6/En’am: 45)

“De ki: ‘Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep alemlerin Rabbi ALLAH içindir.” (6/En’am: 162)

“Firavun dedi ki: ‘Sahi, şu bahsettiğin alemlerin Rabbi de nedir?” (26/Şuara: 23)

“Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan ancak alemlerin Rabbidir.” (26/Şuara: 109)

“Elbette bu (Kur’an) alemlerin Rabbinin indirdiği bir Kitap’tır.” (26/Şuara: 192)

“Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Musa! Bil ki Ben, bütün alemlerin Rabbi olan ALLAH’ım!” (28/Kasas: 30)

“Siz alemlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?” (37/Saffat: 87)

“şeytan insana: ‘İnkar et!’ der. İnsan inkar edince de: ‘Ben senden uzağım, çünkü ben alemlerin Rabbi olan ALLAH’tan korkarım’ der.” (59/Haşr: 16)

“Alemlerin Rabbi dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.” (81/Tekvir: 29)

“Öyle bir günkü insanlar alemlerin Rabbi huzurunda divan duracaklardır.” (83/Mutaffifin: 6)

 

ALLAH’A HAMD ETMEK İLE İLGİLİ HADİSLER: 

“ALLAH, bir şey yediği zaman ALLAH’a hamd etmesi ya da bir şey içtiği zaman ALLAH’a hamd etmesi dolayısıyla kulundan razı olur.” (Müslim, Zikr, 89)

“ALLAH, bir kula nimet verip de o kul ‘elhamdülillah’ diyecek olursa, mutlaka ALLAH’ın ona verdiği şey ondan aldığından daha faziletli olur.” (İbn Mace, Edep, 55)

“İçindeki her şeyiyle birlikte dünya, benim ümmetimden bir kişinin elinde bulunsa sonra da bu kişi ‘Elhamdülillah’ diyecek olsa, bu ‘Elhamdülillah’ hiç şüphesiz bütün bu nimetlerden daha faziletli olur.” (Süyuti; Es-Siracü’l-Münir, 3, 195)

“Üstteki hadisin açıklaması bağlamında Ebu Abdullah der ki: Bize göre bunun anlamı şudur: Bir kişiye dünya verilmiş ve daha sonra da ona bu kelime ihsan edilip, onu söylemesi lütfunda bulunulmuş ise, söylediği bu kelime bütün dünyadan daha üstündür çünkü dünya fanidir, söylediği bu kelime  ise bakidir. İşte bu kelime de ‘kalıcı olan salih ameller’ arasındadır. Zaten Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: ‘Kalıcı olan salih ameller Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır umutça da…’ (18/Kehf:46)(Akt: İmam Kurtubi; El-Camiu…, 1, 362)

“ALLAH’ın kullarından birisi, ‘Rabbim! Zatının celaline, saltanatının azametine yakışacak şekilde Sana hamd ederim’ dedi. Yazıcı meleklere bunu yazmak zor geldi, nasıl yazacaklarını bilemediler. Semaya çıktılar ve şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Senin kulun öyle bir söz söyledi ki onu nasıl yazacağımızı bilemiyoruz’ Aziz ve Celil olan ALLAH kulunun ne söylediğini daha iyi bildiği halde, meleklere: ‘Kulum ne dedi?’ diye sordu. Melekler, cevap verdi: ‘Rabbim! Zatının celaline, saltanatının azametine yakışır şekilde Sana hamd ederim’ dedi. Bunun üzerine Yüce ALLAH o iki meleğe şunu söyledi: ‘Bu sözü kulumun söylediği şekilde yazınız. Nihayet o Bana kavuştuğunda bu sözün karşılığını ona Ben vereceğim.” (İbn Mace, Edep, 55)

“Zikrin en üstünü ‘LailaheillALLAH’tır, duanın en üstünü ‘Elhamdülillah’tır.” (Tirmizi’den aktaran, İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 66)

ALLAH’ın Katında Hamd’in Değeri, Anlamı:

“Hz. Ömer, ashabın yanında Hz. Ali’ye: ‘Elhamdülillah nedir?’ diye sordu. Hz. Ali şöyle cevap verdi: ‘O, ALLAH’ın Kendi Varlığı için sevdiği ve Kendi varlığı için razı olduğu ve söylenmesini istediği bir kelimedir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 66)

Hamd’in Tanımı:

“İbn Abbas şöyle demiştir: ‘Elhamdülillah’, ALLAH’a şükretmek; O’na teslim olmak; nimetini, hidayetini, yaratmasını ve diğer lütuflarını itiraf etmektir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 66)

“Hamd, övülmeye layık olan varlığın mükemmelliğinin açıkça ortaya konulmasıdır. Yüce ALLAH’ın kemali, O’nun sıfatları, fiilleri ve eserleridir.” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 37)

Hamd’in Fatiha’nın Başında Yer Almasının Hikmeti :

“Bu cümlenin Kur’an’ın başlangıcı olan Fatiha Suresine fatiha, yani başlangıç yapılması hangi sebepledir?

Evrenin ve dolayısıyla insanların yaratılmasındaki hikmet ve amaç: ‘Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.’ (51/Zariyat:56) ayetine göre ibadettir. Hamd ise ibadetin özet şekli ve küçük bir örneğidir. ‘Elhamdülillah’ın bu noktada yer alması, yaratılışın amacını düşünmeye işarettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1161)

Hamd’in İman ve ALLAH’ı Bilmek Boyutu :

“Evet, Evrende hamde ve şükre sebep olan ve bilinçli bir biçimde insana verilen nimetler, özellikle kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü aciz yavrulara göndermek ve bilinçli olarak yapılmış bağışlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler yeryüzünü belki bütün Evreni doldurmuş. Onların fiyatı da, başta ‘Bismillah’, sonda ‘Elhamdülillah’, ortada nimette nimetin verilişini hissetmek ve Rabbini onunla tanımaktır.

Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak. Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her canlıyı kendinle karşılaştır. İşte bu büyük nimet verişler karşılığında sözle ve beden diliyle edilen sayısız hamdler, çok kesin bir biçimde bir Mabud-u Mahmud (Övülen ve Hamdedilen İbadet Edilmeye Layık Varlık=ALLAH), bir Mün’im-i Rahim’in (Rahmet Sahibi Nimet Veren) varlığını ve her şeyi kaplamış olan rububiyetini güneş gibi gösterir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 1121)

“Hamdin temel anlamı ALLAH’ın mükemmel sıfatlarını göstermektir. Şöyle ki:

ALLAH, insanı, evrenin küçük bir örneği ve on sekiz bin alemi içeren şu büyük alemler kitabına bir özet olarak yaratmıştır ve  Esma-i Hüsna’dan her birisinin tecelli yeri olan her bir alemden bir örneği insanın özünde emanet olarak bırakmıştır.

Eğer insan, maddi ve manevi her bir parçasını ALLAH’ın emrettiği yere kullanmakla hamdin bölümlerinden olan şükrü yerine getirir ve şeriate uyarsa, insanın özünde emanet bırakılan o örneklerin her birisi, kendi alemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemde görünen isme bir ayna olur. O zaman insan, ruhuyla, cismiyle görünen ve görünmeyen alemin bir özeti olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu yönüyle, insan, ALLAH’ın mükemmel sıfatlarının hem sahibi hem de onları göstereni olur.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1161)

Hamd’in Yerine Getirilme Şekli:

“Her nimetin şükrü kendi cinsiyle yapılır” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 44) Yani para cinsinden olan nimetin şükrü ancak parayla; ilim ve akıl cinsinden olan nimetlerin şükrü de ancak ilim ve akıl yoluyla…

“Hamd”in Anlamı ve  Hamd-Şükür Farkı:

“Hamd, önceden bir ihsan söz konusu olmaksızın nitelikleriyle övülmeye değer olana yapılan bir övgüdür. Şükür ise, bağışladığı ihsana (iyiliğe, güzelliğe) karşılık şükredilen kimseye yapılan bir övgüdür. İşte bu noktadan hareketle ilim adamlarımız şöyle demiştir: Buna göre hamd, şükürden daha kapsamlıdır çünkü hamd, hem övgü, hem hamd etmek, hem de şükür hakkında kullanılır. Karşılık olarak yapılan (şükür), özel bir hali ifade eder ve sana iyilik yapana karşı bir mükafattır. (İmam Kurtubi, El-Camiu…, 1, 365)

“Hamd, birini güzel bir vasıfla övmektir. Bu güzel vasıf ihtiyari olabileceği gibi tabii de olabilir. Hamdin konusu olan vasıf; varlığını, övenin arzu ve iradesinden alıyor ise o vasıf ihtiyaridir. Hamdin konusu olan vasıf, övülende bizatihi bulunmakta ise o vasıf tabiidir. Hamd bu tanımı ile medihten ayrılmaktadır çünkü medih, ihtiyarilik kaydı söz konusu olmaksızın belli bir vasfa yapılan övgüdür. Bir şeyin tabiatında bulunan bir iyilik ve güzellik her zaman methedilebilir. Mesela güzel bir inci ve güzel bir kadın methedilebilir fakat bu güzelliklerinden dolayı onlara hamd edilmez. Ayrıca medih, nimet veya ihsandan önce veya sonra da yapılabilir. Bu itibarla hamd ile medih eşanlamlı değildir. Hamd, mutlaka bir ihsandan sonra yapılır ancak, o ihsanın hamd eden kimseye ulaşmış olması şart değildir. Şükürde ise bu şarttır çünkü şükür, bir iyiliğe dille, fiille veya kalple karşılık vermektir. Bunun karşıtı da nankörlüktür yani fiilen veya kalben yapılan şükür, ne medihtir, ne de hamddir fakat dil ile yapıldığı zaman hem hamd, hem medih olur. Hamd, sözlükte mutlak rıza anlamında da kullanılır. Nitekim 17/İsra:79 ayetinde : ‘Yakındır ki, Rabbin seni bir Makam-ı Mahmud’a (övülmüş bir makama) çıkaracaktır.’ buyurulur. Ayetin anlamı, ‘Umulur ki Rabb’in seni hamde, övgüye, mutluluk ve rızaya şayan bir makama yüceltir’ demek olur. Burada hamd, mutlak rıza anlamında kullanılmıştır. Özetlersek; şükür, nimete karşı, nimet sahibinin kemal vasfını övmek veya kalben düşünmektir. Nitekim şair: ‘Nimetlere karşı minnettarlığımı size üç yolla ifade ederim;Elimle, dilimle ve örtülere bürünmüş kalbimle’ der.

Demek oluyor ki şükür bir nimete karşı veya bir nimet karşılığı ortaya konan bir kadirşinaslık, bir övgüdür. Şükürde, nimetin sahibine ulaşmış olması gereklidir. Medihte ise nimet karşılığı olması şartı yoktur. Nimet söz konusu olmadan da medh ü sena edilebilir. Hamdde de nimetin mutlaka hamd sahibine verilmesi gerekmez. Başkasına verilmiş bir nimet için de hamd mümkündür.

Şükrün şubeleri içinde nimeti önemsemek ve duyurmak konusunda en etkili olan ve nimetin değerini en iyi takdir ve ifade eden (lisani şükür işle özdeş olan) hamddir. İşte bundan dolayı Peygamberimiz (Ona Binler Selam): ‘Hamd, şükrün başıdır; ALLAH’a hamd etmeyen bir kul, O’na şükretmemiş olur’ buyurmuş ve bu suretle hamd, şükrün başı, esası, kıvamı sayılmıştır.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Ebussuud Tefsiri, 1, 56)

“Hamd’ kelimesi, hiçbir tesirde kalmayarak kendiliğinden iyilik yapana karşı kullanılan bir kelimedir.” (Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, 1, 168)

“Hamd’, hak etmediği halde övmek anlamına gelen ‘medih’in aksine; mutlaka layık olan içindir. İçten gelen insani, samimi ve estetik bir duygunun kendiliğinden dışa vuran bir tezahürüdür.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 1, 31)

“Sadece dil ile yapılan ‘Hamd’, aslında şükrün bölümlerinden biridir. Nitekim Resulullah (s) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: ‘Hamd, şükrün başıdır. ALLAH’a şükretmeyen bir kul, O’na hamdetmemiş olur.’ (Süyuti, Camiussagir, 3835)

Hamdın, şükrün başı olarak gösterilmesinin nedeni, nimetin dil ile zikredilmesi ve dilin Mevlasını övmesi, onu yerli yerince kullanma konusunda, daha yaygın olmasındandır. Oysa itikadi noktada ve organlar ile ifade edilen hamd öyle değildir. Çünkü bu, kalbi ilgilendirir. Kalbi ilgilendirenler de ALLAH’tan başka kimse tarafından bilinemez. Organlar ile ilgili herhangi bir şey, ihtimallidir, olasılık içerir. Oysa dil ile yapılan ve söylenen öyle değildir. Çünkü dilin işlevi, konuşma eyleminin onunla gerçekleştirilmesindedir. Zaten konuşma sayesinde gizli olan şeyler ortaya çıkar, karışık ve birbirine benzer işler aydınlanır.”

“Eğer denilirse ki: Benzeri bir davranış insanlar için makbul olmadığı halde ALLAH’ın Kendisini övmesi nasıl mümkün olabilir?

Şöyle cevap verilir: İki sebeple mümkündür. Birincisi ALLAH övgüye başka biri sayesinde değil Zatından ötürü layıktır. Dolayısyla bu ilahi beyanda, Cenab-ı Hakk’ın Kendisini övmek suretiyle insanları Kendine yaklaştıracak davranışı tanıtması ve bu yolla onların ALLAH’ı övmesi söz konusudur. Diğer varlıkların övgüye layık olması ise ancak ALLAH Teala sayesinde gerçekleşebilir. Şu halde diğer varlıklar övgülerini kendilerine değil O’na yöneltmek durumundadır, çünkü onlar övgüye bizzat değil ALLAH’ın lütfuyla mazhar olmuşlardır.

İkincisi ALLAHT Teala hamd ve senaya (övgüye) layıktır, çünkü O’na yamanacak bir kusur ve dokunacak bir afet yoktur ki Kendisine eksiklik getirmiş olsun, yine O, herhangi bir emre de muhatap değildir. Kul ise kendisinde bulunacak kusurlar ve gelebilecek afetlerden uzak değildir; ayrıca kul emri yerine getirmekle övgüye mazhar olurken onu terketmekle de yergiye maruz kalır. İşte bu durumlarda eksiklik söz konusudur. Böylesine gereken şey, rahmetiyle kuşatması ve kusurlarını bağışlaması için ALLAH’a sığınıp yakarışta bulunmaktan ibarettir.

Kendini büyük görmenin (tekebbür) konumu da bunun gibidir. Biz bu olgu ile Rabbimizi över fakat aynı şeyi başkası için yapmayız. Çünkü kulun büyüklenmesine vesile olacak bir özelliği yoktur. Şu sebeple ki bütün insanlar yaratılışı ve sınava tabi tutuluşu açısından eşittir. İçlerinden birinin elde edebildiği bir üstünlük veya bir yücelik varsa buna kendi başına değil Cenab-ı Hak sayesinde mazhar olmuştur. Dolayısıyla ona düşen görev hemcinslerine karşı büyüklenmek değil, yüce Rabbini tenzih etmek ve şükrünü eda edebilmek için O’na sığınmaktır. ALLAH Teala ise beşer için söz konusu olan bu konumdan münezzehtir.” (Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 35)

ALLAH’ın Kendini Övmesinin Anlam ve Hikmeti Nedir?:

“Eğer denilirse ki: Benzeri bir davranış insanlar için makbul olmadığı halde ALLAH’ın Kendisini övmesi nasıl mümkün olabilir?

Şöyle cevap verilir: İki sebeple mümkündür. Birincisi ALLAH övgüye başka biri sayesinde değil Zatından ötürü layıktır. Dolayısyla bu ilahi beyanda, Cenab-ı Hakk’ın Kendisini övmek suretiyle insanları Kendine yaklaştıracak davranışı tanıtması ve bu yolla onların ALLAH’ı övmesi söz konusudur. Diğer varlıkların övgüye layık olması ise ancak ALLAH Teala sayesinde gerçekleşebilir. Şu halde diğer varlıklar övgülerini kendilerine değil O’na yöneltmek durumundadır, çünkü onlar övgüye bizzat değil ALLAH’ın lütfuyla mazhar olmuşlardır.

İkincisi ALLAHT Teala hamd ve senaya (övgüye) layıktır, çünkü O’na yamanacak bir kusur ve dokunacak bir afet yoktur ki Kendisine eksiklik getirmiş olsun, yine O, herhangi bir emre de muhatap değildir. Kul ise kendisinde bulunacak kusurlar ve gelebilecek afetlerden uzak değildir; ayrıca kul emri yerine getirmekle övgüye mazhar olurken onu terketmekle de yergiye maruz kalır. İşte bu durumlarda eksiklik söz konusudur. Böylesine gereken şey, rahmetiyle kuşatması ve kusurlarını bağışlaması için ALLAH’a sığınıp yakarışta bulunmaktan ibarettir.

Kendini büyük görmenin (tekebbür) konumu da bunun gibidir. Biz bu olgu ile Rabbimizi över fakat aynı şeyi başkası için yapmayız. Çünkü kulun büyüklenmesine vesile olacak bir özelliği yoktur. Şu sebeple ki bütün insanlar yaratılışı ve sınava tabi tutuluşu açısından eşittir. İçlerinden birinin elde edebildiği bir üstünlük veya bir yücelik varsa buna kendi başına değil Cenab-ı Hak sayesinde mazhar olmuştur. Dolayısıyla ona düşen görev hemcinslerine karşı büyüklenmek değil, yüce Rabbini tenzih etmek ve şükrünü eda edebilmek için O’na sığınmaktır. ALLAH Teala ise beşer için söz konusu olan bu konumdan münezzehtir.” (Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 35)

Hamd’in Kapsama Alanı:

“Medih’, herhangi bir kimsenin sahip olduğu kemal (üstünlük ve olgunluk sıfatları) özellikleri gereği onun övülmesidir. Örneğin; baki, kadir, alim, ebedi ve ezeli olma vasıfları gibi.

‘Şükretmek’ ya da teşekkürde bulunmak ise; bir kimsenin üstünlüğü ya da başkaca özellikleri sebebiyle övülmesidir. ‘Hamd’ ise, medih ve şükrün her ikisini de kapsam olarak içinde bulunduran bir kelimedir.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 122)

“Elhamdü’, Yüce ALLAH’a yapılan bütün hamd cins ve çeşitlerini kapsar. Nitekim hadiste şöyle gelmiştir: ‘ALLAH’ım! Bütün hamd Sana mahsustur, bütün mülk Senindir. Bütün hayır Senin elindedir ve her şey Sana dönecektir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 22846) (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 68)

“Hamd; kapsam olarak, dua, şükür ve övgüyü içerir. Bundan dolayı ALLAH, ‘lillahi’de övgü ile, ‘rabbilalemin’de şükürle, ‘errahmanirrahim maliki yevmiddin’de de medihle, Kendisine hamd ederek kitabına başlamıştır.” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 37)

“Elhamdülillah” İfadesindeki Anlam İnceliği:

“Cenab-ı Hakk, ‘ALLAH’a hamd ederim’ buyurmayıp, ‘Hamd ALLAH’a mahsustur’buyurmuştur. Bu ikinci ifade birçok bakımdan daha üstündür. Birincisi: Eğer Yüce ALLAH, ‘ALLAH’a hamd ederim’ deseydi, bu, bunu söyleyenin hamd etmeye kadir olduğunu gösterirdi ama ‘Elhamdülillah’ deyince, bu, Cenab-ı Hakk’ın, hamd edenlerin O’na hamd etmesinden ve şükredenlerin O’na şükretmesinden önce de hamde layık olduğunu gösterir.” (Fahruddin er-Razi; Tefsir-i Kebir, 1, 307)

“Süfyan es-Sevri şöyle dedi: ‘ALLAH’a hamdetmek zikir ve şükürdür. Ondan başka hem zikir, hem de şükür olan başka bir şey yoktur.” (Beyhaki, Şu’ab 4457’den,  Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 87)

Nimetin Gerçek Sahibi Her Durumda ALLAH’tır:

‘Hamd ALLAH’a mahsustur’ “Eğer, nimet veren, kendisine nimet verilenden; hoca, öğrenciden ve adil hükümdar da halkından gelecek hamde hak sahibi değil midir? Nitekim Hz. Peygamber (O’naBinler Selam) ‘İnsanlara hamd etmeyen (teşekkür etmeyen), ALLAH’a hamd etmemiş olur’ buyurmuştur, denilirse deriz ki: Başkasına nimet veren herkes bilmelidir ki, gerçek nimet veren Yüce ALLAH’tır çünkü eğer Cenab-ı Hakk, başkasına nimette bulunan kimsenin kalbinde bu eğilimi yaratmamış olsaydı, o kişi ikramda bulunmaya yönelmezdi eğer Yüce ALLAH, o nimeti yaratmasaydı, nimet veren kimseyi o nimete malik kılmasaydı ve kendisine nimet verilen kimseye de bu nimetten yararlanma imkanı vermeseydi, o nimetten yararlanılamazdı. İşte bu sebeple, gerçek nimet verenin sadece Yüce ALLAH olduğu ortaya çıkar.” (Fahruddin er-Razi; Tefsir-i Kebir, 1, 309)

“İbn Abbas der ki: ‘Biriniz aksırdığı zaman, ‘Elhamdülillah’ derse, melek ‘Rabbilalemin’ der. Aksıran, ‘Elhamdülillahi Rabbilalemin’ derse, melek ‘YerhamukALLAH (ALLAH sana merhamet etsin) der.” (Buhari, Edebü’l-Müfred  920’den, Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 86)

İnsanın Hakkıyla Hamd Edebilmesi İmkansızdır:

“İnsanın Yüce ALLAH’a hamd etmekten şükretmekten, gerçek anlamda aciz olması gerekir. Buna bir çok şey delildir.

Birincisi: Yüce ALLAH’ın insana olan nimetleri, insan aklının vakıf olamayacağı kadar çoktur. Nitekim Cenab-ı Hakk: ‘ALLAH’ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız’ (16/Nahl:18) buyurmuştur. İnsanın, ALLAH’ın nimetlerine vakıf olması imkansız olunca, bu nimetlere layık bir hamde, şükre ve övgüye güç yetiremeyeceği de açıkça ortaya çıkar.

İkincisi: İnsanın, ALLAH’a karşı hamd ve şükrü yerine getirebilmesi, ancak ALLAH onu bu işe muktedir kıldığında mümkün olur. Yüce ALLAH, onun kalbinde hamd ve şükre yönelik bir duygu yarattığında ve önündeki bütün engeller kalktığında, bunların hepsi ALLAH’ın birer nimeti olur. Buna göre kulun, ALLAH’ın şükrünü yerine getirebilmesi, ancak Yüce ALLAH’ın ona vereceği büyük bir nimet ile mümkün olabilir. Bu nimetler de ayrıca şükrü gerektirir. Bu duruma göre kulun, şükür ve hamd görevini yerine getirebilmesi, sonsuza kadar tekrarlandığı zaman mümkün olur. Bu ise imkansızdır. İmkansıza dayanan şey de imkansızdır. Öyleyse insanın, O’na layık olacak şekilde ALLAH’a hamd ve şükretmesi imkansızdır.

(…)

Dördüncüsü: Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükürle meşgul olmak demek, kendisine nimet verilen kimsenin, bu nimeti verene, şükür ve hamd ile karşılık vermesidir. Bu da birkaç yönden, kolay kolay olacak bir iş değildir.

a-) ALLAH’ın nimetleri sınırsız derecede çoktur. Bu nimetlere sadece bu tek inanç ve lafızla karşılık vermek son derecede zordur.

b-) Yüce ALLAH’a hamd ve şükretmesinin ALLAH’ın nimetlerine karşılık olacağına inanan kimse şirk koşmuş olur. Bu da,Vasıti’nin: ‘Şükür, şirktir’ sözünden kastettiği anlamdır.

c-) İnsan, özünde ve bütün durumlarında ALLAH’ın nimetlerine muhtaçtır. Oysa Cenab-ı Hakk, şükredenlerin şükrüne ve hamd edenlerin hamdine muhtaç değildir. O halde bu şükür ve hamd ile ALLAH’ın nimetlerine karşılık vermiş olmak nasıl mümkün olur? Böylece, şu saydığımız sebeplerden ötürü, kulun kusursuz bir biçimde Yüce ALLAH’a hamd ve şükürden aciz olduğu ortaya çıkar. İşte bu incelikten dolayı Yüce ALLAH ‘Hamd ALLAH’a mahsustur (Elhamdülillah)’ sözünün yerine ‘ALLAH’a hamd ediniz’ dememiştir çünkü O, ‘ALLAH’a hamd ediniz’ demiş olsaydı, insanlara güçlerinin yetmeyeceği bir sorumluluk yüklemiş olurdu. Ama ‘Hamd ALLAH’a mahsustur’ sözünün anlamı, tam hamd, O’nun hakkı ve mülküdür. İnsanlar, ister yerine getirebilsinler, ister getiremesinler, bu böyledir.

Davud’un (ALLAH’ın Selamı Üzerine) şöyle dediği aktarılır: ‘Ya Rabbi! Sana nasıl şükretmiş olurum ki? Benim Sana şükrüm de ancak Senin nimet vermenle tamamlanır. Bu nimet te beni bu şükre muvaffak kılmandır’ Bunun üzerine Yüce ALLAH şöyle dedi: ‘Bana şükretmekten aciz olduğunu anladığına göre, takatin ve gücüne göre şükretmiş oldun” (Fahruddin er-Razi; Tefsir-i Kebir, 1, 311)

“Kul, gerçek anlamda ALLAH’a bu üç hamdden biriyle (dua, şükür, övgü) hamd edemez. Buna sebep gerçek anlamda hamd, ALLAH’ın Zatına ve sıfatına yaraşır biçimde medih ve övgü, O’nun Zatının ve sıfatlarının hakikatini bilmenin bir bölümüdür. Bunun için ALLAH şöyle buyurmuştur: ‘Kulların ilmi ise bunu asla kavrayamaz’ (20/Ta ha:110);  ‘ALLAH’ı gereği gibi tanımadılar’ (6/En’am:91); ‘ALLAH’ın kadrini gereği gibi takdir edemediler’ (22/Hac:74)

Mirac gecesinde Hz. Peygamber (O’na Binler Selam) Yüce ALLAH’ın: ‘Beni sena et!’ hitabı karşısında: ‘Ben, Seni sena edebilecek bir güce sahip değilim’ demişti. Ancak yine de emre uyarak kulluğunun gereğini yapmasının gerektiğini de biliyordu. İşte bunun için: ‘Sen, Kendi Zatını nasıl sena ettinse, ben de öylece sena ediyorum’ (Müslim, Salat, 222) demişti.

İşte bu, ALLAH’a taklid yoluyla yapılan bir sena ve övgüdür. Nitekim biz de taklid anlamında ALLAH’a hamdetmekle emrolunmuşuzdur. ALLAH, bunu, şu buyruğuyla emretmektedir: ‘De ki: ‘Hamdolsun ALLAH’a!’ (27/Neml:59) (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 38)

Hamd Etmenin Üç Şekli:

“Davud-u Kayseri bunu şöyle anlatıyor: Hamd; sözle, fiille ve yaşantıyla olur:

Sözlü hamd: Yüce ALLAH’ın Kendisini veya peygamberlerinin O’nu övdüğü şekilde, dille yapılan hamd ve övgüdür.

Fiili hamd: Kişinin bedensel olarak ibadet ve hayırlar yapmasıdır. ALLAH’ın rızasını gözeterek ve O’na yönelerek, bir kimsenin dille ALLAH’a hamd etmesi ve O’nu övmesi nasıl gerekli ise her durumda bütün organlarıyla ALLAH’a hamd etmesi ve O’nu övmesi öyle gereklidir. Nitekim Efendimiz (O’na Binler Selam) şöyle buyurmuştur: ‘Her durumda ALLAH’a hamdolsun’ (Ebu Davud, Edeb, 91)

İşte bu da, ancak her organın yaratılmış olduğu amaç doğrultusunda değerlendirilmesiyle sağlanabilir. Meşru bir şekilde ALLAH’a kulluk, nefsin hoşnutluğunu ve lezzetlerini istemek için değil, ALLAH’ın emrine uygun yaşamak için yapılır.

Hali, yani yaşantıyla sergilenen hamd: Bu kalp ve ruhtaki iman derecesine göredir. Kişinin ilim ve amel açısından olgunluğa erişmesi, ilahi ahlakı yaşantı haline getirmesiyle kazanılır çünkü insan, ALLAH’ın ahlakı ile ahlaklanmakla emrolunmuştur.” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 37)

Hamdetmenin Yanlış Olacağı bir Durum Olabilir mi?

 “Hamd ALLAH’a mahsustur” sözü, çok şerefli ve çok yüce bir ifadedir ancak yerinde kullanmak gerekir. Aksi halde elde edilmek istenene ulaşılmaz. Seriyyü’s-Sakati’ye:‘Taati nasıl yapmak gerekir?’ denildi de  o: ‘Bir kere ‘Elhamdülillah’ dediğim için otuz yıldır, ALLAH’a istiğfar ediyorum’ dedi. Ona: ‘Bu nasıl iş?’ denilince, şu cevabı verdi: ‘Bağdat’ta bir yangın çıkmıştı. Birçok dükkan ve ev yandı. Bana dükkanımın yanmadığı haber verilince ‘Elhamdülillah’ demiştim. Bunun anlamı, bütün dükkanlar yanarken, dükkanımın yanmamış olmasına sevinmemdi. Halbuki din kardeşliği ve insanlık bu duruma sevinmememi gerektiriyordu. İşte bundan dolayı, bu hamdim sebebiyle otuz senedir istiğfar ediyorum’ Bu sebeple hamd, her ne kadar değeri yüce bir kelime ise de, onu yerinde söylemek gerekir.” (Fahruddin er-Razi; Tefsir-i Kebir, 1, 314)

Hamd, İnsanlığın İlk ve Bir Anlamda Son Sözüdür:

“Hamd ALLAH’a mahsustur” Atamız Hz. Adem’in söylediği ilk söz, ‘Elhamdülillah’ sözüdür. Cennetliklerin söylediği son söz de ‘Elhamdülillah’ sözüdür. Birincisi şöyle olmuştur: Ruh, Hz. Adem’in göbeğine ulaşınca aksırdı da ‘Alemlerin Rabbi Olan ALLAH’a Hamd Olsun’ dedi. İkincisi ise, Cenab-ı Hakk’ın: ‘(Cennetliklerin) dualarının sonu da Elhamdülillahirrabbilalemin sözleridir’ (10/Yunus:10) ayetidir. Buna göre bu alemin başlangıcı ve sona erişi de, Hamd’e dayanır. O halde, amellerinin evvelinin ve sonunun bu kelimeyle birlikte olması için, çalış! Çünkü insan küçük alemdir. Bu küçük alemin hallerinin büyük alemin hallerine uygun olması gerekir.” (Fahruddin er-Razi; Tefsir-i Kebir, 1, 315)

Hamd Etmenin Üç Şekli:

“Şakik b. İbrahim, ‘Elhamdülillah’ın tefsirinde şunları söylemektedir: ALLAH’a hamd etmek üç şekilde olur: ALLAH, sana bir şey verdiği takdirde o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır. İkincisi, sana verdiği şeye razı olmandır. Üçüncüsü ise O’nun ihsan ettiği güç senin vücudunda kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O’na isyan etmemektir. İşte bunlar hamd etmenin şartlarıdır.” (İmam Kurtubi, El-Camiu…, 1, 366)

“Hamd, Alemlerin Rabbi ALLAH’a Mahsustur” Ayetinin Kendinden Sonraki “O, Rahman’dır, Rahim’dir” Ayeti ile İlişkisi:

“Elhamdülillah’ sözünü kendinden öncesine bağlattıran ilişki, Rahman ve Rahim’in işaret ettikleri nimetlerin hamd ve şükürle karşılanması gereğinden ibarettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1161)

“Hamd ALLAH’a Mahsustur” Cümlesinin Kur’an’ın Dört Suresinin Başında Yer Almasının Hikmeti:

“Şu ‘Elhamdülillah’ cümlesi, her biri dört temel nimet kategorisinden birine işaret olmak üzere, Kur’an’ın dört suresinde tekrarlanmıştır. O nimetler de, ‘ilk hayat ve ruhun bedene girmesi ile bunda süreklilik kazanması, ahirette verilecek olan ikinci hayat ile bunda süreklilik kazanma’ nimetlerinden ibarettir. “ (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1161)

Rabb, Ne Demektir?:

“Rabb’ üç manada kullanılır: Birincisi: Mülk sahibi demektir; mesela ev sahibi gibi. İkincisi: Islahatçı manasınadır, mesela: Bir şeyi ıslah etti, denir. Üçüncüsü: Emrine itaat edilen efendi demektir. (İbn-i Cevzi; Zadü’l-Mesir…, 1, 17)

“Rabb, aslında mastardır, terbiye manasındadır. O da bir şeyi yavaş yavaş kemale erdirmektir.” (Kadı Beydavi, Beydavi Tefsiri, 1, 22)

“Rabb, yetkisini kullanan mal sahibidir. Sözlükte efendiye ve ıslah için hareket eden kimseye denir. Bütün bunlar Yüce ALLAH için doğrudur. Rabb, tek başına ALLAH’tan başkası için kullanılmaz, ancak izafetle kullanılır; ‘rabbüddar’ (ev sahibi) vs. gibi. Rabb’in İsm-i A’zam olduğu da söylenmiştir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 68)

“Arapça ‘Rabb’ kelimesi, başka bir dilde tek bir terim ile kolayca ifade edilemeyecek kadar geniş ve girift bir anlamlar demetini kapsar. Bu ifade, bir şeyin sahipliği ve bunun gereği olarak o şey üzerinde otorite iddiasında bulunma ve bir şeyi başından sonuna kadar kurma/oluşturma, sürdürme ve besleme kavramlarını içerir.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 2)

“ALLAH’ın, insanlar için olan Rububiyeti, terbiyesi ile kendini gösterir. Bu terbiye de iki kısımdır: Birincisi: Yaratması; bedeni, ruhi ve akli kemallerine yöneltmesidir. İkincisi ise: Onlardan bazısına vahyetmek yoluyla, uydukları takdirde ilim ve amel ile fıtratlarını mükemmelleştirebilecekleri düzeni öğretmesidir. İnsanların Rabbinden başkasının onlara ibadet koyması veya O’nun izni olmaksızın kendiliğinden onlara herhangi bir şeyi haram veya helal kılması makul olamaz. (Reşid Rıza, Menar, 1, 51)

Kur’an’a göre insanlar için bazı şeyleri haram, bazı şeyleri ise helal kılma yetkisi, uluhiyetin özelliklerindendir. yahudiler ve hıristiyanlar hakkında şu mealde bir ayet vardır: ‘Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesihi ALLAH’tan başka rabler edindiler. Oysa, tek Tanrı’dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur. ALLAH, koştukları ortaklardan münezzehtir” (9/Tevbe:31) (Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am…, 20)

“Uluhiyeti tanımlamak için Kur’an’da, ALLAH lafzından sonra (2697), en çok kullanılan (970 defa) sıfattır.” (Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am…, 20)

Alem/Alemler Ne Demektir ?

“Alem, ALLAH’tan başka her varlıktır” (Fahruddin er-Razi; Tefsir-i Kebir, 1, 319)

“Alem, Yaratıcının, kendisiyle bilinip tanındığı her şey ya da Yüce ALLAH’ın dışında kalan her şey. Bu şeylerin Yüce Rabbimizin varlığının delilleri olması itibariyle ve O’nun alemi, yani O’nun bilinip tanınmasına işaret ve sebep olmaları açısından böyle denmiştir.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 124)

“Alem, ilim edinmeye alet ve araç olan şey demektir.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 1, 31)

“İbn Abbas der ki: ‘…Alemlerin Rabbi…’ ayetindeki ‘Alemler’, bütün yaratılmışlar, gökler ve içindekiler, yerler ve içindekiler ve bu ikisi arasında bilinen ve bilinmeyen mahlukattır.” (İbn Ebi Hatim 1/27 (14)’ten, Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 88)

Alemlerin Rabbi Ne Demektir ?

“Rabb’, terbiye ve ıslah etmek anlamlarındadır. Bu, ‘alemler’ açısından onları gıdalarla ve hayatta kalmak için muhtaç oldukları şeylerle besleyen, eğiten ve yetiştiren demektir. İnsan hakkında kullanılınca dış dünyası olan bedenini nimetle, iç dünyası olan kalbini de rahmetle eğiten anlamınadır.” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 38)

“Kur’an, ‘Rabbi’l-avalim’ demiyor da ‘Rabbi’l-alemin’ diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları üstün tutarak onların dikkatlerini çekiyor çünkü ‘alemin, alemun’ gibi cem-i salim diye nitelenen çoğullar akıllı kişilere özgü olduğundan bunun meali: ‘Bütün aleminin/alemlerin, bütün yapı elemanlarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıl sahibi alemlerinin tek Rabbi’ demektir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1,67)

“Bir ayette ‘Alemlerin Rabbi’ ifadesi, ‘Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin (kainatın) Rabbi’ diye açıklanmıştır (26/Şuara:23-24)(Heyet, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 3)

Alemler, ALLAH ile; ALLAH, Alemler ile Bilinir:

“Rabbi’l-alemin’ denince her insan, kendi görebildiği kadar olsun bütün alemlere zihninde bir geçit resmi yaptırır ve yaptırınca da o anda terbiye kanununu (ALLAH’ın, Evren’i daha mükemmel bir duruma doğru geliştirmesi) görür. Demek biz Rabbimizi, alemlere bakarak bileceğiz ama, alemleri de ancak O’na dayandırmakla/O’na ait olduklarını vurgulayan bir tamlama şekline getirerek tanıyabileceğiz.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 69)


1/FATİHA: 3- O, RAHMAN’DIR, RAHİM’DİR.

RAHMAN VE RAHİM İSİMLERİNİN BU AYETE ÖZEL ANLAMLARI:

“Daha ilk yaratılışta yani dünya aleminde iken, güzel isimlerinin (Esma-i Hüsna) ve yüce sıfatlarının adem (yokluk) aynası üzerine yansıyan gölgeleri ile kainattaki her şeyin imdadına yetişmek suretiyle onları var eden ve yaratandır.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 43)

“Ahirette yüce semanın ve aşağı yeryüzünün dürülmesiyle birlikte her şeyi, başlangıçta her şeyin Kendisinden geldiği ve sonunda Kendisine döneceği yere tekrar döndürendir.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 43)

“(ALLAH, Kendisini) ‘Alemlerin Rabbi’ olarak nitelendirmesinde korkutma anlamı bulunduğundan dolayı hemen arkasından ‘Rahman ve Rahim’ ile nitelendirmiştir çünkü bu da (korkutmanın aksi olan) teşvik içermektedir. Böylelikle Yüce ALLAH hem Kendisinden korkmayı, hem de nimetlerine ümit beslemeyi ifade eden niteliklerini bir arada zikretmiş olur. Bu, O’na itaatte daha çok yardımcı olsun, isyandan daha çok uzaklaştırıcı olsun diye böyle gelmiştir. Tıpkı Yüce ALLAH’ın şu buyruklarında olduğu gibi: ‘Kullarıma haber ver; işte Ben öyle Gafur, öyle Rahim’im (bağışlaması sonsuz, rahmeti sonsuz) Benim azabımın can yakan bir azap olduğunu da bildir.’ (15/Hicr:49-50); ‘Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahibi.’ (40/Mü’min:3)

Müslim’in Sahih’inde yer alan Ebu Hüreyre’den gelen rivayete göre Rasulullah (O’na Binler Selam) şöyle buyurmuştur: ‘Eğer Mü’min, ALLAH katında bulunan cezanın ne olduğunu bilse hiçbir kimse O’nun Cennet’ini ummaz eğer kafir de ALLAH katındaki rahmeti bilse hiç kimse O’nun Cennet’inden ümit kesmez.” (Müslim, Tevbe, 23)

“Besleyip büyüten, yetiştiren, terbiye eden anlamına gelen ‘Rabb’ ismi rahmet ifade eden ‘Rahman ve Rahim’ isimleriyle her zaman, mutlaka yan yana olmayı gerektirmez. Şu halde ‘Rahman’ ve ‘Rahim’in, ayetlerin sıralanışında ‘Rabb’ kelimesinden hemen sonra gelmesi, Yüce ALLAH’ın, Kendisi için hiçbir zorunluluk olmadığı halde, kainatta kahrı ile değil lütfu ile tasarruf ettiğini ve rahmetinin azabından önde geldiğini ve tasarruflarını en güzel şekilde gerçekleştirdiğini ifade eder.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Ebussuud Tefsiri, 1, 60)

“Rahman ve Rahim sıfatlarının Rabb kelimesinden sonra gelmesi, ALLAH’ın her zaman ve her yerde yarattığı bütün insanları esirgeyici ve bağışlayıcı olduğunu, zalimlikten münezzeh olduğunu gösterir. Bu konuda Ebu Hayyan şöyle der: ‘Bu surenin başındaki kelimelerin sıralanışında görüldüğü gibi Rabb kelimesi efendi, sahip ve mabud manalarından hangisini taşırsa taşısın, Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatını dile getirir. Rabb sıfatından sonra Rahman ve Rahim sıfatlarının gelişi, belagat ilmine göre en uygun ifadedir. İnsan bir hata veya günah işlediğinde ALLAH’a karşı af isteyebilme gücünü yine O’ndan alır.” (Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit, 1, 10) (Muhammed Ali Sabuni, Ahkam Tefsiri, 29)

“Rahman, Rahim’in öncesiyle bu iki sıfatın bir araya gelişini gerektiren şöyle bir ilişki vardır ki:

Biri yararlı şeyleri elde etmek, diğeri zararlı şeyleri uzaklaştırmak biçiminde terbiyenin (pedagoji) iki temel kuralı vardır. ‘Rezzak’ (Rızık Veren) anlamını ifade eden ‘Rahman’ birinci temel kurala, ‘Gaffar’ (Bütün Günahları Bağışlayan) anlamını ifade eden ‘Rahim’de ikinci temel kurala işaret ettikleri için birbiriyle bağlanmıştır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1162)

“Fatiha Suresi’nde verilen ALLAH’a ait isim ve sıfatlar, daha önceki surelerde öğretilmeye başlanan ALLAH algısının bir devamı niteliğindedir. Özellikle Fatiha’da verilen sistematik ifadelerle Mekke ve Arap toplumundaki İslam dışı ALLAH anlayışı ters yüz edilmiştir. Şöyle ki: Bu ayetler indiğinde insanlık çeşitli fikir akımları, vehimler, efsaneler ve felsefi görüşler üzerine oturmuş yanlış tanrı algılayışlarına sahip idiler. İnsanların bir kısmı Aristo’nun: ‘Şüphesiz ALLAH kainatı yarattı. Ondan sonra onu kendi haline bıraktı zira ALLAH, daha aşağı olan bu alemle uğraşmaktan münezzehtir. O, ancak Kendi Varlığını düşünür’ şeklindeki görüşü benimsemişti. Başka bir kısmı da kullarına karşı öfkeli, onlara sürekli hileler hazırlayan ve onlardan intikam almak için fırsat kollayan bir tanrıya inanıyorlar ve bu tanrının öfkesinden kurtulabilmek için Yunan mitolojisindeki Olimpos tanrıları gibi, aracı ve şefaatçi ilahlar ediniyorlardı. Alt tabaka ise, Daru’n-Nedve (Mekke Şehir Meclisi) üyelerinin dışında bir ‘Rabb’ tanıyamamıştı. Sonuç olarak; insanlar ancak Kur’an ile gerçek ilah ve Rabb’i, ‘Rahman, Rahim’ ALLAH’ı gereği gibi tanıyabilmiştir.” (Seyyid Kutub, Fizılal…, 1, 38,40; Hakkı Yılmaz, İşte Kur’an, 1, 131)

“Bu iki lafız arasında ayrım gözetenlere göre Rahman, lafız bakımından özel, mana bakımından ise geneldir. Rahim de, lafız bakımından genel, anlam bakımından özeldir. Bu bakımdan ALLAH, Rahman olduğu için hepsine zahirlerinin rahatına vesile olan şeyleri rızık olarak verirken, Rahim olduğu için de Mü’minleri, kalplerine hayat veren şeylere muvaffak kılmıştır. Böylece Rahman sıfatı rahat vesilesi olan şeylerle, Rahim sıfatı da manevi işaretlerle gerçekleşir. Rahatlık iyiliklerle, işaret ise nurlarla meydana gelir. Rahman sıfatı tecellisinin keşfiyle, Rahim sıfatı sahip çıkma lütfuyla; Rahman sıfatı, verdiği imanla, Rahim sıfatı bahşettiği irfanla; Rahman sıfatı verdiği irfanla, Rahim sıfatı ise üzerine aldığı gufranla, daha doğrusu Rahman sıfatı marifet nimetiyle, Rahim sıfatı rıza lütfuyla; daha da doğrusu Rahman sıfatı saklı kıldıklarıyla, Rahim sıfatı görülebilir ve açık kıldıklarıyla; hatta doğrusu Rahman sıfatı muvaffakiyet vermesiyle, Rahim sıfatı ise hakikate dönüştürmesiyledir. Bir de muvaffakiyet muameleler için, hakikate dönüştürmek ise vuslatlar içindir. Muameleler irade sahiplerinin, vuslatlar ise bulanlarındır. Rahman sıfatı kulları için yarattığı şeylerle, Rahim sıfatı onlardan defettiği şeylerledir.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 26)


1/FATİHA: 4- DİN GÜNÜNÜN SAHİBİDİR.

AYETİ TEFSİR EDEN DİĞER AYETLER:

“Sonra siz de ey sapık yalancılar, elbette siz bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracak, üstüne de kaynar su içeceksiniz. Hem de susuzluk hastalığına tutulmuş develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte din gününde onlara sunulacak ziyafet budur!” (56/Vakıa: 51-56)

“Ve onlar ki din gününü tasdik ederler.” (70/Mearic: 26)

“ALLAH’ın emrinden çıkanlar da Cehennemde’dirler. Din günü oraya girerler ve oradan bir daha ayrılamazlar. Din gününün ne olduğunu sen bilir misin? Din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün buyruk, yalnız ALLAH’ındır.” (82/İnfitar:14-19)

“O gün vay haline yalanlayanların! Onlar din gününü yalanlayanlardır. Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalanlar.” (83/Mutaffifin: 10-12)

AYETİ TEFSİR EDEN HADİSLER:

“Kıyamet günü Yüce ALLAH yeryüzünü avucuna alacak, gökleri sağ eliyle dürüp katlayacak ve ‘Hükümdar Benim, nerede yeryüzünün hükümdarları?’ buyuracaktır.” (Buhari, Rikak, 44)

“ALLAH katında en rezil isim ‘melikülemlak’ (mülklerin sahibi)dir. ALLAH’tan başka mülk sahibi yoktur.” (Buhari, 4812)

AYETİN OKUNUŞLARI:

“Bazı kurralar (Kur’an okuma imamları) ‘mâliki’ okumuşlar, diğerleri de ‘meliki’ okumuşlardır ki ikisi de sağlamdır ve yedi kıraat içinde mütevatirdir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 70)

MALİK VE MELİK ARASINDAKİ ANLAM FARKI:

“Ödül ve ceza (din) gününün hakimi’ diye çevirdiğimiz tamlamada geçen ‘Mâlik’, ‘malın, mülkün sahibi’ demektir. Kıraat alimlerince ‘hükümdar, iktidar sahibi’ anlamında ‘melik’ şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Yüce ALLAH hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman anlam çerçevesinde bir eksiklik olamaz çünkü O hem alemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer. O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik, O’nun Zat’ına, Mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.” (Heyet, Kur’an Yolu, 1, 61)

“Malik, mülk sahibi olandır. ALLAH’ın mülkü ise yoktan yaratma kudretidir. Bu itibarla ‘melik’ lafzı, malikin mübalağasıdır.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 26)

‘DİN’İN TANIMI:

“Din, akıl sahiplerini kendi güzel istekleriyle bizzat iyilikleri yapmaya yönlendiren, ALLAH’ın koyduğu bir düzendir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 89)

“Din, kelimesinin dilde çeşitli anlamları vardır. Bunlardan bazıları, ‘ceza, adet, itaat ve durum’dur. (…) Din, ‘İslam/teslim olmaktır. Yani bütün bu anlamları, ‘din’ kelimesi içermektedir ve bunlar Hakk tarafından kastedilmiş anlamlardır çünkü Hakk’ın kelamı mükemmeldir, mutlaktır ve (her doğru anlamı) kapsar.O, belirli herhangi bir anlam veya kavram ile sınırlanmaktan münezzehtir.” (Sadreddin Konevi, Fatiha Suresi Tefsiri, 276)

‘Din Günü’nün Anlamı :

“Yüce ALLAH, ‘alemlerin Rabb’idir’ diyerek dünyanın sahibi olduğunu tespit edince, ‘ceza günün sahibidir’ demekle de ahiretin de hakimi olduğunu göstermiştir. Ceza gününün özellikle belirtilmesi de, o gün hükmün yalnız O’na ait olmasından dolayıdır, denilmiştir.” (İbn’ül Cevzi, Zadü’l-Mesir, 1, 18)

“Din günü ve ceza günü ve maneviyat günü demek. Nasıl dünya, maddiyat ve maddeye ait işlerin ve hareketlerin günüdür. Elbette o hareketlerin sonuçlarını ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın meyvelerini hatta dünyaya ait fani ve geçici şeylerin kalıcı ve sürekli eserlerini ve misal alemi sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan bütün o fani ve geçici şeylerin amel sayfalarını gösterecek ve açığa çıkartacak bir gün gelecektir…” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1849)

“O gün, hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür ya da dinin gerçekliğidir çünkü dinin gerçekliği o gün tam anlamıyla meydana çıkar ve inançlar dairesinin, sebepler dairesine üstün geleceği bir gündür.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1162)

“’Din’ kelimesi Arapça’da ceza, hesap, hüküm, siyaset, taat, gelenek, hal, kahır, son; bütün bunlarla ilgili ve hepsine temel ve ölçü olan ‘millet’ ve ‘şeriat’ anlamlarına gelir. Bunun doğrudan doğruya ‘kıyamet’ anlamı yoktur. Burada ilki ceza, ikincisi bilinen din anlamlarıyla yorumlanmış iki geçerli tefsiri vardır. İlkönce ceza, gelecekte sorumluluk, sorumluluk duygusu, sorumluluğu uygulamak anlamlarını da içerir. Bunun için ‘din günü’nün dilimizdeki bir ismi de ‘ceza günü’dür ancak şu unutulmamalıdır ki aslında ceza kelimesi şimdi bilindiği gibi yalnız ‘azap, azaba çarptırma’ demek olmayıp iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya acı karşılığını, ödülünü vermek anlamında masdardır. İsim olarak bu, ödüle de verilir. (…)      ‘Din Günü’ bütün umutların veya umutsuzlukların ileride hak terazisinden geçerek son gerçekleşmesini bulduğu ve birbirlerinden tamamen ayrıldığı kesin olarak bilinen son andır. Bundan sonrası artık ya umudun zirvesi sonsuz en büyük hoşnutluk ya da umutsuzluğun en son noktası en büyük hüsrandır ve bugün kıyamet gününün son anıdır. Bu yönüyle ‘din günü’ kıyamete işarettir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 87-88)

BİR YANLIŞ ANLAMA İHTİMALİ:

“ALLAH’a hesap verme anlayışı, korkutan ve cezalandıran bir ALLAH’a iman etmek şeklinde algılanmamalıdır çünkü hesap sonucunda ceza görmek söz konusu olduğu gibi, büyük mükafatlara kavuşmak da söz konusudur. Dünya hayatı bir imtihandır ve kişi bu dünya hayatında ne ekmişse ahirette onu biçecektir.

Sahih din anlayışında ALLAH sevgisi ile ALLAH korkusu dengelenmiştir. ALLAH korkusu, vahşi hayvanlardan korkma şeklinde bir korku değil, ALLAH’ın yüceliği karşısında O’na duyulan saygıdan kaynaklanan bir korkudur. Bu korkuya sevgi ve saygı da eşlik etmelidir. Mü’min, ALLAH’ı büyük bir sevgi ile sever, ancak azabından da son derece korkar ve bu azaptan korunmaya çalışır. Bu dengeyi yakalayamayanlar sahih bir inanca kavuşamazlar.

Cennete girmek de Cehenneme girmek de kişinin kendi elindedir çünkü Cennet de Cehennem de kişinin işlediklerinin bir sonucudur.” (Said Şimşek, Hayat Kaynağı…, 1, 15)

AYETİN KENDİNDEN ÖNCEKİ AYET VE KAVRAMLARLA İLİŞKİSİ:

“İşte; Rabb olması, alemlerin malik ve sahibi bulunması, her çeşit nimeti vermesi, ödüllendirme ve cezalandırma gününün her şeyinin maliki olması gibi sıfatları Kendisinde toplayan ve her şeyden yüce ve münezzeh olan ulu ALLAH hakkında tüm bu sıfatlar gerçekleşmiş bulunan varlığa, ‘Hamd, ALLAH’a mahsustur’ ifadesinden sonra zikredilmiş olması, gerçekten ve ancak nitelik ve özellikleri bu olan bir varlığa hamd, övgü ve şükür edilebilir, bir başkasına ise asla! Çünkü, bu sıfatlar ya da nitelikler hamdolunmaya, övgüye ve senaya en değer olan varlığın ALLAH olduğunun da delil ve kanıtıdırlar.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 127)

“(Fatiha’nın başından buraya kadar geçen ayetlerde) sözü edilen beş sıfatın yorumu da adeta şöyle yapılmış oluyor: ‘Seni yarattım, çünkü Ben, ilahım. Seni nimetlerle yetiştirdim, çünkü Ben, Rabb’im. Sen Bana asi oldun, Ben senin suç ve kusurunu örttüm, çünkü Ben, Rahman’ım. Sen pişmanlık duyarak tevbe ettin, Ben de seni bağışladım, çünkü Ben, Rahim’im. Sonunda ise bunun mutlak bir karşılığı olmalıdır, çünkü Ben, din gününün sahibiyim.” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 41)

ALLAH Aslında Bütün Günlerin Maliki Değil midir?

“Soru: Cenab-ı Hakk’ın herşeye malik olduğu bir gerçek iken, bu ayette sadece yeniden diriliş ve ceza günüyle sınırlandırılması nedendir?

Cevap: Şu alemin, insanlarca, aşağılık ve değersiz sayılan bazı şeyleri ile ALLAH’ın kudretinin doğrudan ilişkisi ALLAH’ın yüceliğine uygun görülmediğinden, ortaya konmuş olan dışsal nedenlerin o gün kaldırılmasıyla; herşeyin şeffaf, parlak içyüzüyle tecelli edip Sanatkarını, Yaratıcısını aracısız göreceğine işarettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1162)


1/FATİHA: 5- BİZ, YALNIZ SANA KULLUK EDER VE YALNIZ SENDEN YARDIM BEKLERİZ.

AYETİ TEFSİR EDEN DİĞER AYETLER:

“Rabbimiz (…) Bize ibadet yollarımızı göster.” (2/Bakara: 128)

“ALLAH’ın; kendisine, Kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği kimsenin, insanlara: ‘ALLAH’ı bırakıp da bana kul olun!’ demesi mümkün değildir. Ona yakışan şudur: ‘Okutmakta ve öğretmekte olduğumuz Kitap uyarınca Rabbe halis kullar olun!” (3/Al-i İmran:79)

“Ne Mesih ne de ALLAH’a yakın olan büyük melekler ALLAH’ın kulu olmaktan çekinmezler. O’na kulluktan geri durup, büyüklenen kimselerin hepsini (ALLAH) yakında huzurunda toplayacaktır. İman edip salih ameller işleyenlere (İslam’ı yaşayanlara) mükafatlarını tam olarak verecek ve onlara daha fazlasını da Kendi lütfundan bağışlayacaktır. Kulluğundan yüz çeviren ve kibirlenenlere de acı bir şekilde azap edecektir. Onlar, kendilerine ALLAH’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardır.” (4/Nisa: 172-173)

“ALLAH’tan başka yalvardıklarınız da sizin gibi kullardır. (Onların ilah olduğu iddianızda) Doğru iseniz, çağırın onları da size cevap versinler.” (7/A’raf: 194)

“Ben ancak sizi öldürecek olan ALLAH’a kulluk ederim.” (10/Yunus: 104)

“Onların (putperestlerin) tapınmalarının boş olduğunda şüphen olmasın. Onlar daha önce atalarının tapındığı gibi tapınıyorlar. Biz, onların nasiplerini de eksiksiz vereceğiz!” (11/Hud: 109)

“Siz, ALLAH’ı bırakıp, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimlere tapıyorsunuz.” (12/Yusuf: 40)

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk yap.” (15/Hicr: 99)

“Rabbin sadece Kendisine ibadet etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.” (17/İsra: 23)

“O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret.” (19/Meryem: 65)

“Göklerde ve yerde hiçbir kimse yoktur ki, o, Rahman’a kul olarak gelecek olmasın.” (19/Meryem: 93)

“Haberiniz olsun ki siz ve ALLAH’tan başka taptıklarınız Cehennem’in odunusunuz. Hep beraber oraya gireceksiniz.” (21/Enbiya: 98)

“Öyle insanlar vardır ki, ALLAH’a belli bir hesaba dayalı olarak kulluk eder. Eğer kendisine bir iyilik gelirse, buna çok memnun olur eğer bir musibet isabet ederse yüzüstü döner. Onun dünyası da hüsran olmuştur, ahireti de ve apaçık hüsran, işte budur.” (22/Hac: 11)

“(Böyle iken kafirler) ALLAH’ı bırakıp da kendilerine ne yarar ne de zarar veremeyecek şeylere tapıyorlar.” (25/Furkan: 55)

“Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. ALLAH’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (29/Ankebut: 45)

“Ey Benim iman eden kullarım! Şüphesiz Benim Arz’ım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız, orada) yalnız Bana kulluk edin.” (29/Ankebut: 56)

“Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim ki? Siz de O’na döndürüleceksiniz.” (36/Yasin: 22)

“İyi bil ki halis din yalnız ALLAH’ındır. Onu bırakıp da kendilerine başka koruyucular edinenler: ‘Onlara, bizi sadece ALLAH’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.” (39/Zümer: 3)

“De ki: ‘Bana, din ve ibadetimi yalnız ALLAH’a has kılarak, O’na kulluk etmem emrolundu.” (39/Zümer: 11)

“De ki: ‘Bana, ALLAH’tan başkasına mı kulluk etmemi söylüyorsunuz, ey cahiller!” (39/Zümer: 64)

“Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak Cehennem’e gireceklerdir.” (40/Mü’min: 60)

“De ki: ‘Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin ALLAH’tan başka taptıklarınıza tapmaktan men olundum ve alemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum.” (40/Mü’min: 66)

“Peygamberler onlara önlerinden ve arkalarından gelerek: ‘ALLAH’tan başkasına kulluk etmeyin’ dedikleri zaman…” (41/Fussilet: 14)

“Eğer ALLAH’a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan ALLAH’a secde edin!” (41/Fussilet:37) (Dikkat! Secde ayeti!)

“Ve dediler ki: ‘Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık.’ Aslında onların ciddi bir bilgileri yoktur. Sadece saçmalıyorlar.” (43/Zuhruf: 20)

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.” (51/Zariyat: 56-57)

“De ki: ‘Ey kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edici değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edici değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (109/Kafirun:1-6)

“Sabır ve namazla ALLAH’tan yardım dileyin. Şüphesiz bu, ALLAH’a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.” (2/Bakara: 45)

“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu ve öyle sarsılmışlardı ki, en sonunda Peygamber ve beraberindeki Mü’minler: ‘ALLAH’ın yardımı ne zaman?’ dediler. İyi bilin ki ALLAH’ın yardımı çok yakındır.” (2/Bakara: 214)

“Calut ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sağlam tut ve o kafir millete karşı bize yardım et!’ dediler.” (2/Bakara: 250)

“Zalimlerin yardımcısı yoktur.” (2/Bakara: 270)

“ALLAH, iman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin dostları da tağuttur. Onları aydınlıklardan karanlıklara çıkarır.” (2/Bakara: 257)

“ALLAH, dilediğini yardımıyla destekler.” (3/Al-i İmran: 13)

“Ne zaman ki İsa onların (İsrailoğullarının) inkarlarında ısrar ettiklerini hissetti: ‘ALLAH’ın dinini zafere erdirmede bana yardım edecekler kim?’ dedi. Havariler dediler ki: ‘ALLAH’ın yardımcıları biziz. ALLAH’a inandık. Şahit ol ki biz muhakkak Müslümanlarız.” (3/Al-i İmran: 52)

“(ALLAH) Rahmetini dilediğine has kılar.” (3/Al-i İmran: 74)

“Andolsun, siz zayıfken ALLAH size Bedir’de yardım etmişti. Öyleyse ALLAH’a karşı saygılı (müttaki) olun ki şükretmiş olasınız.” (3/Al-i İmran: 123)

“Sabreder ve ALLAH’a karşı saygılı (müttaki) olursanız, onlar hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz işaretlenmiş beş bin melekle sizin yardımınıza yetişir. (…) Zafer, ancak Azîz ve Hakîm olan ALLAH katındandır.” (3/Al-i İmran: 125-126)

“Hayır! Yardımcınız ALLAH’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” (3/Al-i İmran: 150)

“Eğer ALLAH yardım ederse artık sizi yenecek yoktur eğer sizi bırakıverirse, O’ndan sonra artık size kim yardım edebilir? Mü’minler, ALLAH’a dayansınlar.” (3/Al-i İmran: 160)

“ALLAH’ın kendilerine kereminden verdiğinde cimrilik edenler, o cimrilik ettikleri şeyin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (3/Al-i İmran: 180)

“ALLAH, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Dost olarak da, yardımcı olarak da ALLAH yeter.” (4/Nisa: 45)

“Eğer ALLAH’ın lütfu ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, çok azınız hariç hepiniz şeytana uymuş gitmiştiniz.” (4/Nisa: 83)

“Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görür ve kendisi için ALLAH’tan başka dost da yardımcı da bulamaz.” (4/Nisa: 123)

“Musa halkına: ‘ALLAH’tan yardım isteyin, sabredin!’ dedi.” (7/A’raf: 128)

“Ey iman edenler! Eğer ALLAH’a karşı saygılı (müttaki) olur, haramlardan uzak durursanız O, size iyi ile kötüyü birbirinden ayırabilecek bir anlayış verir.” (8/Enfal: 29)

“Eğer yüz çevirirlerse bilin ki ALLAH sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır.” (8/Enfal: 40)

“Ey iman edenler! Herhangi bir (düşman) toplulukla karşılaştığınızda, dirençli olun ve ALLAH’ı çok zikredin ki, başarıya ulaşasınız.” (8/Enfal: 45)

“Gerçekten ALLAH size birçok yerde ve Huneyn gününde yardım etmişti. Çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti fakat sizi hezimete uğratmaktan kurtaramamıştı. Olanca genişliğine rağmen dünya başınıza dar gelmişti. Sonra da gerisin geri kaçmıştınız. Sonra ALLAH, Peygamberi’nin ve Mü’minlerin üzerine sekinetini (güven ve huzur duygusu) indirdi. Sizin göremediğiniz ordular da indirdi.” (9/Tevbe: 25-26)

“Sizin ALLAH’tan başka ne bir sahibiniz, ne de bir yardımcınız vardır.” (9/Tevbe: 116)

“Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: ‘Beni efendinin (Mısır kralı) yanında an!’ Fakat şeytan onu efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla (Yusuf) birkaç sene daha zindan da kaldı.” (12/Yusuf: 42)

“(Musa) Bana ailemden de bir yardımcı ver. Kardeşim Harun’u… (…) İstediğin sana verildi.” (20/Taha: 29-30, 36)

“Bizim Rabbimiz Rahman’dır. Sizin bütün isnad ve iftiralarınıza karşı tek Müstean’dır (yardımına sığınılan).” (21/Enbiya: 112)

“Sizler ne yerde, ne de gökte ALLAH’ın hakimiyetinin dışına kaçarak kurtulamazsınız. Sizin ALLAH’tan başka ne koruyanınız ne de yardımcınız vardır.” (29/Ankebut: 22)

“ALLAH, iman edip, salih ameller işleyenlere (İslam’ı yaşayanlara) Kendi lütfundan karşılık verecektir.” (30/Rum: 45)

“Celalim hakkı için Biz, senden önce kendi halklarına nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip) Günaha dalanlardan intikam aldık. Mü’minlere yardım etmek de üzerimize hak (borç) olmuştur.” (30/Rum: 47)

“Ey iman edenler! ALLAH’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Hani birleşik ordular üzerinize saldırmıştı da, Biz onlara karşı bir rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik.” (33/Ahzab: 9)

“ALLAH’tan büyük bir lütfa ereceklerini Mü’minlere müjdele!” (33/Ahzab: 47)

“Onlar ALLAH’ı bırakıp da kendilerine yardımları dokunur diye bir takım tanrılar edindiler.” (36/Yasin: 74)

“Size azap gelip çatmadan önce, Rabbinize dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (39/Zümer: 54)

“Elbette Biz, peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (40/Mü’min: 51)

“İman edip, salih ameller işleyenler (İslam’ı yaşayanlar) de Cennet bahçelerindedirler. Rablerinin katında onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.” (42/Şura: 22)

“Ey iman edenler! Eğer siz ALLAH’a (ALLAH’ın dini olan İslam’a) yardım ederseniz, ALLAH da size yardım eder. Ayaklarınızı kaydırmaz.” (47/Muhammed: 7)

“İman edenlerin yardımcısı ALLAH’tır. Kafirlerin ise yardımcısı yoktur.” (47/Muhammed: 11)

“Kitab ehli bilsin ki, ALLAH’ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyecekler. Lütuf bütünüyle ALLAH’ın elindedir. Onu dilediğine verir. ALLAH, büyük lütuf sahibidir.” (57/Hadid: 29)

Ayet, İslam’ın Özünü İfade Etmiştir:

“Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesi, itaatin son derecesidir. Bütün din bu iki anlamda toplanmıştır. Bu da seleften birinidediği gibidir: ‘Fatiha, Kur’an’ın sırrıdır, onun sırrı da ayettir. ‘Yalnız sana kulluk ederiz’ ifadesi şirkten uzaklaşmayı, ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesi de güç ve kuvvetten uzaklaşıp, işi Aziz ve Celil olan ALLAH’a havale etmeyi dile getirir. Bu anlam, başka bir ayette de şöyle ifade edilmiştir: ‘Öyleyse O’na kulluk et ve O’na dayan! Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir’ (11/Hud:123); ‘De ki: ‘O, Rahman’dır. Biz, O’na inandık ve O’na dayandık’ (67/Mülk:29); ‘O, doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. Yalnız O’nu vekil tut!’ (73/Müzemmil:9)

İşte: ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ ayeti de böyledir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 73)

ALLAH’ı Bilmek (Marifetullah) Açısından Ayetin Taşıdığı Anlam:

“Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’, demekle yardımcısız Rububiyetine, ortaksız Uluhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı kulluğunu sunmak ve yardımını istemektir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 17)

Ayetteki Gizli Emir ve Kesin Kararlılık Vurgusu:

“Yalnız Sana kulluk ederiz’ mealindeki ilahi beyanda –nihai gerçeği bilen ALLAH’tır- gizli bir emir sigası bulunmaktadır, yani, ‘böyle söyle!’ Ayrıca ibarenin kuruluşu bunu söyleyen kişinin ‘inşaALLAH’ demesine müsaade etmemiş, aksine kendisinden kesin bir ifade kullanmasını istemiştir.” (Ebu mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 42)

Kulluk, İnsanı Her Tür Kötülükten Koruyan Bir Kalkandır:

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki korunasınız.” (2/Bakara:21)

Neden Kulluğu Hak Eden Tek Varlık ALLAH’tır?

“Yüce ALLAH’ın Kendisine kulluk edilmesini hak etmiş olması, gökyüzünü bir askı olmadan tutacak, yeryüzünü desteksiz tutacak, güneş ve ayı yürütecek, kutupları yerinde tutacak, bulutlardan bazen yıldırım gibi ateş, bazen rüzgar gibi hava (13. yy.da rüzgarın bulutlardan çıktığı zannediliyordu) bazen de yağmur gibi su fışkırtacak, bazen de sudan kaya çıkaracak- ki bu da buzdur- sonra yeryüzünde dağlar gibi hareket etmeyen sabit cisimler, nehirler gibi de durmaksızın akan, hareket eden cisimler yaratacak; Karun’u yere batırarak yeryüzünü onun üstüne çıkaracak; Muhammed’i yücelterek, Kab-ı Kavseyn’i onun ayakları altına serecek; suyu Firavun’un kavmine ateş yapıp, onları suda boğarak, böylece ateşe sokacak; İbrahime de ateşi serinlik ve bir kurtuluş yeri yapacak; Musa’yı Tur’un üstüne çıkartacak ve ona ‘ayakkabılarını çıkar’ diyecek; Tur’u da ‘Sizin üstünüze Tur’u yükselttik’ diyerek Musa ve kavminin üstüne yükseltecek; ‘ocak çoştu’ dediği gibi, kuru bir ocaktan dünyayı suya boğacak; denizi de Hz. Musa için kupkuru hale getirecek bir kudretinin olmasını gerektirir.

Kudreti böyle olana ibadet ile cansızlardan, bitkilerden, hayvanlardan, insanlardan, meleklerden ve feleklerden herhangi bir varlığa yapılacak ibadet nasıl denk olur? ” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 340)

“Kulluk Ederiz” İfadesinin Geniş Anlamı ya da İslam’ı Egemen Kılma Boyutu:

“Müfessirler, ‘kulluk ederiz’ anlamına gelen ‘Na’budu’ kelimesini açıklarken buna, ‘Emir ve yasaklarını hakim kılar; kabul ederek ve isteyerek onlara itaat ederiz’ (İbn Atiyye, 1, 118) anlamını vermişlerdir.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı…, 1, 16)

“Sana” İfadesinin “Kulluk Ederiz” İfadesinden Önce Gelmesinin Hikmeti:

“Sana’ anlamına gelen ‘iyyake’ kelimesinin, ‘kulluk ederiz’ anlamına gelen ‘na’budu’ kelimesinden önce getirilmesi, ibadetin sadece ALLAH’a yapıldığını ifade etmek içindir. Yüce ALLAH, başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: ‘Rabbiniz, sadece Kendisine ibadet etmenizi (…) emretti’ (17/İsra:23) Buna göre ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ diyen kişi, ALLAH sevgisi ile başka herhangi bir şeyin sevgisi çatıştığında ALLAH sevgisini; başka herhangi birinden korkmak ile ALLAH korkusu çatıştığında ALLAH’tan korkmayı tercih edeceğini; yine ALLAH’a itaat ile başkasına itaat durumları çatıştığında da ALLAH’a itaat etmeyi yeğleyip üstün tutacağını söylemektedir.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı…, 1, 16)

Hangi Konuda Yardım?

“Yardım talebinin herhangi bir niteleme almadan ve herhangi bir şeyle sınırlandırılmadan mutlak gelmiş olması, istenen yardımın her konuda olması içindir.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 130)

“Yüce ALLAH’ın bu ayeti göstermektedir ki, kul her işinde ALLAH’ın yardımına muhtaçtır. O’nun yardımı olmadan hiçbir şey yapılmaz. ALLAH’ın yardımı olmadan kulun ibadetlerini yerine getirmesi bile mümkün değildir.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 52)

“İbadet için iki yardım söz konusudur: Biri ibadetin sorumluluğunu alıp üstlenmeden önce yapılan yardım, diğeri ise onu üstlendikten sonra başka bir ibadet için yapılan yardım. Kul, ALLAH’a olan can borcunu ödeyinceye kadar her ibadetin öncesi ve sonrasında yapılan bu iki yardım böylece sürer gider çünkü, ‘Yalnız Sana kulluk eder’ ifadesinde belirtildiği gibi kulluk sadece O’na ait, ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesinde olduğu gibi yardım da sadece O’ndan istenir. O’na ait olan ibadet, O’nun sevgisi ve rızası ile ilgilidir. O’na has olan ‘yardım bekleme’ ise O’nun iradesiyle ilgilidir. Sevgisiyle ilgili olan iradesiyle ilgili olandan daha mükemmeldir çünkü tüm kainat, melekler, şeytanlar, Mü’minler, kafirler, itaatler, isyanlar vb. O’nun iradesiyle ilgilidir. Sevgisiyle ilgili olan ise kullarının itaat ve imanlarıdır. Dolayısıyla kafirler Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle ilgili olan, Mü’minler ise sevgisiyle ilgili olan kimselerdir. Bu sebeple Cenab-ı Hakk’a ait olan hiçbir şey asla Cehennem’de durmaz. Orada bulunan her şey O’nun iradesiyle ilgilidir. ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ kısmının ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ kısmından önce zikredilmesindeki hikmet bütün bu inceliklerin açıklanmasıyla ortaya çıkar.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 70)

“Ayet-i kerime, bizim dilimizden ‘Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ diyor. Özellikle ifade de hasrın bulunması, yani istianenin (yardım dileğinin) sadece ALLAH’tan yapılması, herhangi bir yardım istemekten söz edilmediğini gösteriyor çünkü günlük hayattaki sıradan yardım taleplerimizde olduğu gibi herhangi bir yardım isteğinin bu ayetle çelişmediğinde ittifak var. Bu demek oluyor ki sıradan ya da olağan yardım istemelerle sıra dışı ya da olağanüstü yardım istemeler arasında bir ayrıma gitmeliyiz. Bu durumda ayet-i kerimeden sadece ALLAH’tan isteyebileceğimiz şeyler olduğunu, bu şeyleri O’ndan başka kimseden isteyemeyeceğimizi de anlamış oluyoruz. Manidardır ki ayet, bu tür istianeyi ibadetin yanında zikretmekle, meselenin ibadetle, kullukla alakalı olduğunu da zımnen belirtmiş oluyor. Zaten olağanüstü hususların bir insandan istenmesi dolaylı biçimde ona insanüstü bir mevki atfetmek anlamına gelir.

Peki nelerdir bu şeyler? Bunlar insan kudretini aşan hususlardır. İlk olarak, ‘hidayet’, ‘dalalet’, ‘rızık’, ‘zafer’, ‘saadet’ gibi insanoğlunun elinde olmayan ve ancak ALLAH’ın yardımıyla mümkün olan hususlar akla geliyor. Elbette ister olağan, ister olağanüstü olsun hiçbir şey ALLAH’ın izni ve takdiri olmadan gerçekleşmez. Elbette, hiçbir şeyi ALLAH’ın takdirini görmezden gelerek hiç kimseden isteyemeyiz. İstediğimiz şey her ne olursa olsun, önümüzdeki sebeplerin ardında ‘müsebbibü’l-esbab’, sebepleri takdir ve halk eden ALLAH vardır fakat bu gerçekler, nelerin doğrudan insanlardan isteneceği, nelerin istenmeyeceği meselesini konuştuğumuz bu konuda, olağan işlerle olağanüstü işler arasındaki farkı anlamsızlaştırmaz çünkü herkes bilir ki fırıncıdan ekmek istemekle rızık istemek arasında fark vardır. Kültürümüzde, maaşımızı verdiğini söylediğimiz patronumuza yeri geldiğinde, ‘benim rızkımı sen mi veriyorsun, ALLAH veriyor’ diye çıkışmamız da bu farktan ileri gelir. Maaş vermek son derece olağan bir iştir, ama rızık vermek ALLAH’a mahsustur. Rızık, insanın boğazından geçip hayatını idame ettiren şeydir ve neyin boğazımızdan geçip hayatımızı idame ettireceğini, ALLAH’tan başka kimse bilemez.” (Talha Hakan Alp, İstiğase Meselesine Dair Bir Mülahaza, Rıhle Sayı: 14, Ocak-Haziran 2012)

ALLAH’ın Yardımını İsterken ve Beklerken Ne yapmak Gerekir?

“Ey iman edenler! Sabır ve namazla ALLAH’tan yardım dileyin.” (2/Bakara:153)

Neden Yardım İsteği Önce Zikredilmiyor?

“Birisi: ‘İş hususunda ALLAH’ın yardımını istemek, o işe başlamadan önce güzel olur. Halbuki burada kul, önce ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ sözünü söylemiş, peşinden de ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ demiştir. Biri çıkıp bundaki hikmet nedir?’ diyebilir. Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

Birincisi: Namaz kılan adeta şöyle demiştir. ‘İbadet etmeye başladım. O halde onu tamamlamak hususunda Sen’den yardım istiyorum. Dolayısıyla ölüm, hastalık ve sebepleri altüst etmek veya değiştirmek cinsinden şeylerle bu ibadetimin yarım kalmasına izin verme’

İkincisi: İnsan sanki şöyle demiştir: ‘ALLAH’ım! Nefsimi getirdim, ancak benden kaçan bir kalbim var. Bu nedenle onu Senin huzurunda tutmak için Senden yardım istiyorum. Nasıl istemeyeyim ki Peygamber (Ona Binler Selam): ‘Mü’minin kalbi, ALLAH’ın parmaklarından iki parmağının arasındadır’ (Müsned, 2, 173) buyurmuştur. Bu, insanın kalbini, ancak ALLAH’ın yardımıyla uyanık bulundurmasının mümkün olabileceğine delildir.

Üçüncüsü: Yardım konusunda, Sen’den başkasını, ne Cibril’i, ne de Mikail’i istemiyorum. Sadece ve sadece Seni istiyorum. Bu konuda Hz. İbrahim’in yoluna uydum. Nemrud, onun iki ayağını ve iki elini bağlayarak, ateşe attığı sırada Cibril yanına gelerek, ona şöyle dedi: ‘Herhangi bir ihtiyacın var mı?’ Bunun üzerine Hz. İbrahim: ‘Sana ise hayır! Sana ihtiyacım yok!’ dedi. Cibril: ‘O zaman ALLAH’tan iste!’ dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim: ‘O’nun durumumu bilmesi, benim O’ndan bir şey istememe gerek bırakmaz’ dedi. Ben ise, bu konuda Hz. İbrahim’i de geçerim çünkü onun elleri ve ayakları dışında, herhangi bir organı bağlanmamıştı ama bana gelince, benim her iki ayağım da bağlıdır, yürüyemem; her iki elim de bağlıdır, kımıldatamam; her iki gözüm de bağlıdır, onlarla bakamam; kulaklarım da tıkalıdır, işitemem; dilim de bağlanmıştır, konuşamam. İbrahim, Nemrud’un ateşiyle yüz yüzeydi. Bense Cehennem ateşiyle yüz yüzeyim. İbrahim, Sen’den başkasının yardımına razı olmadığı gibi, ben de Sen’den başka yardımcıyı istemiyorum. O halde, ‘ancak Sana ibadet ediyor ve ancak Sen’den yardım istiyorum’. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk’ta sanki şöyle der: ‘Ey kulum! İbrahim’in yaptığını yaptın, onu geçtin. Biz de senin mükafatını arttırıyoruz. Sonra Biz: ‘Ey ateş! Dokunma İbrahim’e! Serin ve selamet ol ona!’ (21/Enbiya:69) dedik. Sana gelince, Biz seni Cehennem’den kurtardık, Cennet’e eriştirdik. Biz sana başlangıcı olmayan ALLAH’ın sözünü dinlemeyi, başlangıcı olmayan Varlığı görmeyi de, fazladan bir mükafat olarak verdik. Nemrud’un ateşine: ‘Ey ateş! Dokunma İbrahim’e! Serin ve selamet ol ona!’ (21/Enbiya:69) dediğimiz gibi, Cehennem ateşi de sana: ‘Ey Mü’min! Çabuk geç. Senin nurun benim ateşimi söndürdü’ der.

Dördüncüsü: ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesi, ‘Senden başkasından yardım istemem’ anlamındadır çünkü başkasının bana yardım etmesi de, ancak Senin o kimseye bu yardım konusunda yardım etmenle mümkün olur. Başkasının yardımı, sadece Senin yardımınla tamamlanınca, ben bu aradaki vasıtayı kaldırıp, doğrudan Senin yardımına başvuruyorum.

Beşincisi: ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ sözü, ALLAH’a ibadet etmesi sebebiyle, nefsin üstün bir rütbeye ulaşmış olmasını gerektirir ki, bu da kendini beğenme hissini doğurur. İşte bu sebeple kul: ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ sözünü, peşi sıra söylemiştir. Bu da ibadet sebebiyle meydana gelen bu mertebenin, kulun kuvvetiyle olmayıp, tam aksine ALLAH’ın yardımıyla meydana geldiğine delil oluşturur. O halde, ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ sözünü kulun zikretmesinden maksadı, bu kendini beğenme duygusunu yok etmek ve bu büyüklenmeyi ortadan kaldırmaktır.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 353)

“Yalnız Sana kulluk ederiz’ sözüyle ifade edilen kulluk, anlam ve ihlas açısından özünde bir noksanlık barındırmaz ancak,  ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ derken kul, ibadeti kendinden bilmiş oluyor. Bu da o kulun varlık, güç ve irade bağımsızlığı olduğu zannını uyandırıyor. Halbuki kul, mülktür ve başkasının mülkü olan bir kimse bir şeye malik olamaz. Bu yüzden bu zannın ortadan kalkması için olsa gerek, ardından hemen ‘ve yalnız Senden yardım bekleriz’ buyuruluyor yani biz ibadeti kendimizden biliyor ve bunu biz yapıyoruz diyorsak ancak Senin yardımın olmadan bunu yapamayacağımızın da bilincindeyiz. Bu yüzden Sana ibadet ederken de Senden yardım diliyoruz.

Şu halde, ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesi bir tek anlamı vurgulama amacına yöneliktir. O da sırf ALLAH’a yöneltilmiş samimi ibadettir. İbadet ile yardım istemenin aynı ahenk içinde zikredilişinin amacının da bu noktayı vurgulamak olması mümkündür. Nitekim, ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ buyurulmuştur, ‘ Yalnız Sana kulluk ederiz. Bize yardım et, bizi doğru yola ilet’ denmemiştir.” (Muhammed Hüseyn Tabatabai, El-Mizan…, 1, 64)

En Yüce Makam Olarak Kulluk:

“İbadet ve kulluk en yüce ve şerefli bir makamdır. Birçok ayet buna kanıt oluşturur.

Birinci ayet, Hicr Suresi’nin sonundaki: ‘Celalim hakkı için biliyoruz ki, onların söyledikleri şeyler yüzünden senin göğsün daralıyor. Sen hamd ile Rabbini tesbih et ve secde edenlerden ol ve sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk yap.’

Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren ikinci ayet de: ‘Kulunu geceleyin yürüten Zat’ı takdis ve tenzih ediniz’ (17/İsra:1)  ayetidir. Eğer kulluk, makamların en şereflisi olmasaydı, Cenab-ı Hak, Peygamberini en yüce Mi’raç makamında bu ‘kul’ sıfatı ile nitelendirmezdi. Kulluğun peygamberlikten de şerefli olduğunu söyleyenler vardır çünkü kullukta kişi, halktan Hakk’a döner. Peygamberlikte ise Hakk’tan halka döner. Yine kulluk sebebiyle kul, tasarrufta bulunmaktan elini ayağını çeker; risalet sebebiyle ise tasarrufa yönelir. Kula yakışan tasarrufta bulunmaktan elini ayağını çekmesidir. Yine Mevla, kulun işlerini düzeltmeyi üzerine alır. Peygamber ise ümmetinin işlerini düzeltmeyi üstlenendir. İkisinin arası ne kadar uzaktır.

Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren üçüncü ayet:  Hz. İsa’nın konuşmaya başladığında söylediği ilk söz olan: ‘Ben ALLAH’ın kuluyum!’ (19/Meryem:30) sözüdür. Hz. İsa’nın bunu söylemiş olması, annesinin iffetini ve kendisinin babasız olarak dünyaya gelmesinin iftiradan uzak olduğunu bildirmeye vesile olup bütün hayırların anahtarı ve her türlü belaların savuşturucusu olmasından ileri gelmiştir. Ve yine Hz. İsa’nın ilk sözü, kulluğu ifade edince, bunun neticesi de Cenab-ı Hakk’ın: ‘Seni Kendi Katıma yükselteceğim’ (3/Al-i İmran:55) buyurduğu gibi, bir yüceliş oldu. Buradaki nükte şudur: Söz ile kul olduğunu söyleyen kimse, Cennet’e yükseltilir. Yetmiş yıl ameli ile kulluğunu isbata çalışan kimse, Cennetten nasıl mahrum bırakılabilir?

Dördüncü ayet: Cenab-ı Hakk’ın Hz. Musa’ya ‘Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben ALLAH’ım! Benden başka ilah yoktur. Onun için Bana ibadet et!’ (20/Ta Ha:14)(Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 348)

“Cenab-ı Hakk, kulluğu en mükemmel, Kendine en yakın kullarının vasfı yapmıştır. Şöyle buyuruyor: ‘Ne Mesih, ne de ALLAH’a yakın olan büyük melekler ALLAH’ın kulu olmaktan çekinmezler. O’na kulluktan geri durup, büyüklenen kimselerin hepsini (ALLAH) yakında huzuruna toplayacaktır.’ (4/Nisa: 172) ‘Kuşkusuz Rabbinin katındakiler O’na kulluk etmekten kibirlenmezler. O’nu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.’ (7/A’raf: 206) (…) Bu ayetin birinci kısmı Cenab-ı Hakk’ın Rab oluşu bakımından kullarını, ikinci kısmı ise İlah oluşu bakımından kullarını tanıtmaktadır.

Cenab-ı Hakk: ‘Rahman’ın (has) kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında: ‘Selametle!’ derler.” (25/Furkan: 63)  ayetinden başlayarak surenin sonuna kadar tanıttığı kimseleri ayette görüldüğü gibi ‘Rahman’ın kulları’ şeklinde takdim etmektedir. Başka bir surede şöyle buyurur: ‘Bu, ALLAH’ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır.’ (76/İnsan : 6) ; ‘Güçlü kulumuz Davud’u hatırla!’ (38/Sad: 17) ; ‘Kulumuz Eyyub’u da hatırla!’ (38/Sad: 41) ; ‘Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u da hatırla!’ (38/Sad: 45) buyurmaktadır. Yine Hz. Süleyman hakkında: ‘O, ne güzel bir kuldu! Hep ALLAH’a yönelirdi’ (38/Sad: 30) şeklinde ‘kul olmasına’ vurgu yapmaktadır.

Aynı biçimde Hz. İsa’yı da böyle anmaktadır: ‘Hayır! O, tanrı değil halis bir kuldur’ (43/Zuhruf: 59). Görüldüğü gibi ALLAH düşmanı hıristiyanların aksine onun ulaşacağı son noktanın kulluk olduğu belirtilmektedir.

Yarattıklarının en şereflisi ve kulluk bakımından derecesi en yüksek olanı Hz. Peygamber (O’na Binler Selam) hakkında da Cenab-ı Hakk ‘kul’ kelimesini kullanmaktadır: ‘Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz Kur’an’ın ALLAH sözü olduğundan şüphe ediyorsanız siz de onun benzeri bir sure meydana getirin.’ (2/Bakara: 23) ; ‘Ne mübarektir O ALLAH ki, alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı (Kur’an) indirdi’ (25/Furkan: 1) ; ‘Hamd, O ALLAH’a ki, kuluna Kitap indirdi.’ (18/Kehf: 1) Görüldüğü gibi, Cenab-ı Hakk, Hz. Peygamber’e Kur’an’ı indirmesi hakkında ve onun muhataplarının Kur’an’ın benzeri bir kitap oluşturmalarını söyleyerek onlara meydan okuması hakkında Hz. Peygamber’in kulluğuna vurgu yapmaktadır. Aynı biçimde Hz. Peygamber’in dua etmesi hakkında da onun kulluğunu vurgulamaktadır: ‘ALLAH’ın kulu O’na yalvarmaya kalkınca, başına öyle bir üşüştüler ki neredeyse birbirlerini çiğneyeceklerdi.’ (2/Cin: 19) İsra mucizesini anlatırken de Hz. Peygamber’in kulluğuna işaret etmektedir: ‘Geceleyin kulunu ayetlerimizden bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram’dan (Ka’be), çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya (Kudüs) götüren ALLAH, noksan sıfatlardan münezzehtir.’ (17/İsra: 1) Sahih bir hadiste de Hz. Peygamber’in (Ona Binler Selam) şöyle dediği nakledilmiştir: ‘hıristiyanların Meryem oğlu İsa Mesih’in methedilmesinde aşırı gittikleri gibi siz de beni methetmekte aşırı gitmeyin! Ben sadece bir kulum. Benim hakkımda ‘ALLAH’ın kulu ve peygamberi’ deyin.’ (Buhari, 6, 551) Başka bir hadiste de şöyle buyurduğu nakledilmiştir: ‘Ben, kölelerin yediği gibi yemek yiyen, onların oturduğu gibi oturan bir kulum.’ (Ebu Ya’la, 8, 318) Buhari’nin Sahih’inde Abdullah bin Amr’ın şöyle dediği nakledilmektedir: ‘Tevrat’ta Hz. Muhammed’in tanıtımını şöyle buldum: Muhammed, ALLAH’ın Elçisi’dir. Benim kulum ve resulümdür. Onu ‘Mütevekkil’ (ALLAH’a güvenen) diye isimlendirdim. O katı ve haşin, çarşılarda çığırtkanlık yapan, kötülüğe kötülükle karşılık veren biri değildir. Aksine affedici ve bağışlayıcıdır.’ (Buhari, 4, 402)

Cenab-ı Hakk, kullarını müjdelediğini belirtmiştir: ‘Müjdele kullarımı: Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar.’ (39/Zümer: 17-18) Mutlak güvenliğin de kullarına ait olduğunu belirtmiştir: ‘Ey Benim kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız.’ (43/Zuhruf: 68) şeytanın sadece onlara hakim olamayacağını, onun ancak kendisini dost edinip ALLAH’a ortak edenler üzerinde otorite kurabileceğini belirtmiştir: ‘Şüphesiz, Benim o seçkin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur ancak sana uyan azgınlar hariç.’ (15/Hicr: 42) ; ‘Gerçek şu ki, onun, iman edenler ve yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak onu dost edinenlere ve onu ALLAH’a ortak koşanlaradır.’ (16/Nahl: 99-100)

Hz. Peygamber (O’na Binler Selam) kulluğun en yüksek mertebesinin ‘ihsan’ olduğunu belirtmiştir. Cibril hadisinde, Cibril ona ihsanın ne olduğunu sorduğunda şu cevabı vermiştir: ‘ALLAH’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.’ (Müslim, 1, 128-135) (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 91)

İbadet/Kulluk Kavramının Kapsama Alanı ve Geniş Anlamı:

“İbadet, insanın, yalnızca ALLAH’a kulluk bilincini ve ALLAH karşısındaki duruş biçimini ifade eden kalbi, zihinsel ve yaşamsal bir şuur bütünlüğüdür; kulun, hayatın her alanında ve her işinde yüce Rabb’i ile birlikte olduğunun şuuruna erip O’nun rızasını kazanma arzu ve iradesidir. (…)

Rasulullah (O’na Binler Selam) Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken ona şöyle buyurmuştu: “Muaz! Sen, kitap ehli bir topluma gidiyorsun. Onların çağıracağın ilk şey, ALLAH’a ibadet olsun. ALLAH’ı hakkıyla tanıdıklarında onlara, ALLAH’ın kendilerine günde beş vakit namaz kılmalarını emrettiğini bildir. Bunu da yerine getirilerse, fakirlere verilmek üzere mallarından alınacak zekatın da ALLAH’ın emri olduğunu söyle.’ (Buhari, Zekat, 40) Bu hadiste de görüldüğü gibi ibadet, ALLAH’ı tek Rabb olarak tanıyıp, O’nun karşısında kul olma bilincine ermektir. Namaz, zekat ise bu bilince erdikten sonra, onun ifadesi olarak yapılması gereken vecibeler; akla, maksada ve ALLAH’ın rızasına uygun salih işler; ibadet bilincini besleyen zamana ve mekana bağlı özel etkinliklerdir.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 1, 32)

“İbadet kelimesi dilimize Türkçe karşılığı verilmeden aynen alındığı için anlam derinliği geniş halk kesimlerince yeterince kavranamamış, ALLAH’a gösterilen bağlılıkla ilgili bir süreç ve tutum olduğu algısı yaygınlaşamamıştır. Bunun sonucu olarak ta ibadet denilince belirli birkaç dini davranış anlaşılır olmuştur. Oysa ibadet tıpkı hayat, sevgi, mutluluk, medeniyet gibi hayatın tek bir olgusu için değil, içinde aynı türde birçok olguyu barındıran kavramlardaki gibi süreç ifade eden bir anlam içeriğine sahiptir. Bu nedenle de belirli dini davranışlarla sınırlı değildir. ALLAH’a ibadet etmek, insanın her adımında, her hareketinde, her sözünde O’nun koyduğu kurallara uyması, hükümlerini yerine getirmesi, gösterdiği yoldan severek ve isteyerek yürümesi demektir.

ALLAH’a ibadetin boyutlarını şu tutum ve davranışlar oluşturur:

Yalnızca O’ndan yardım istemek, korkmak, başkasını veli edinmemek, başka koruyucu, kollayıcı kabul etmemek ve yalnızca O’na dayanmak, güvenmek, sığınmak.” (Hakkı Yılmaz, Tebyinü’l-Kur’an, 1, 133)

İnsanlar Kulluk Etme ve Yardım Bekleme Konusunda Dörde Ayrılır :

“1. İnsanların en üstün ve şereflileri ibadet ehli olup, ibadet konusunda ALLAH’tan yardım bekleyenlerdir. ALLAH’a kulluk etmek onların muradıdır ve O’ndan istekleri bu konuda kendilerine yardım etmesi ve kendilerini başarılı kılmasıdır. Bu sebeple Cenab-ı Hakk’tan istenilen en üstün şey, rızasını kazanmak için O’nun yardımıdır. Hz. Peygamber (O’na Binler Selam) Muaz b. Cebel’e sevgisinden bunu ona öğretmiş ve şöyle demiştir: ‘Ey Muaz! ALLAH’a yemin ederim ki ben seni çok severim. Her namazdan sonra ‘ALLAH’ım! Seni anmam, Sana şükretmem ve Sana güzelce ibadet etmem için bana yardım et!’ demeyi sakın unutma.’ (Ebu Davut, Salat, 4/384)

En faydalı dua ALLAH’ın rızasını kazanmak için ALLAH’ın yardımını istemektir ve ALLAH’ın en üstün bağışı da bunu vermesidir. Hz. Peygamber’den nakledilen duaların hepsinin hedefi budur ve bunu tamamlayıcı, kolaylaştırıcı şeylerdir ya da bu hedefle çelişen şeyleri gidermeye yöneliktir.

Şeyhülislam İbn Teymiyye (ö.728) şöyle demiştir: ‘En faydalı duayı araştırdım. Onun, ALLAH’ın rızasına ulaşmak için O’ndan yardım istemek olduğunu anladım. Sonra o isteğin, Fatiha Suresi’ndeki: ‘Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ ayetinin kapsamına girdiğini gördüm.

2. ALLAH’a kulluktan ve O’ndan yardım beklemekten yüz çevirenlerdir. Bunlardan biri ALLAH’tan bir şey istese ve O’ndan yardım beklese bile, istediği şey ALLAH’ın rıza ve hukukuna uygun değil, kendi arzu ve kaprisleriyle ilgili bir şeydir çünkü Cenab-ı Hakk’tan, göklerde ve yerde bulunan dostları ve düşmanları herkes dilekte bulunmaktadır. ALLAH, dostlarına da düşmanlarına da yardım etmektedir. Hatta yarattıkları içinde en çok buğz edilen düşmanı iblis olmasına rağmen o bile bir dilekte bulunmuştur da ona bile istediğini vermiştir ancak iblisin istediği ALLAH’ın rızasına uygun olmadığı için onun bahtsızlığını arttırmış, onu ALLAH’tan uzaklaştırmıştır. ALLAH’a itaatte yardımcı olmayan konularda ondan istekte bulunan kimseler, talep ettikleri bu şeyler sebebiyle neticede O’nun rızasından uzaklaşır ve ALLAH’tan koparlar.

Herkes kendinde ve başkalarında bu duruma dikkat etmelidir. Bilmelidir ki, ALLAH’ın, Kendinden bir şey isteyenlerin isteklerine cevap vermesi her zaman isteyenin şerefli oluşundan değildir. Tam aksi, kulu ALLAH’a bir ihtiyacını arz etmekte ve O da onu vermektedir. Halbuki belki de o verilende helak ve bahtsızlığı gizlidir. ALLAH’ın o kula isteğini vermesi, o kulun ALLAH’ın gözünden düşmesinden ve hor ve hakir olmasındandır. Başka bir kula istediğini vermemesi ise onu sevmesinden ve şerefli tutmasından olabilir. Onun isteğini cimriliğinden dolayı değil, kulunu korumak için engellemiş olabilir. Bunu ancak sevdiği, şerefli tutmak ve iyi muamele etmek istediği kuluna yapar. O kul ise cahillikle ALLAH’ın kendisini sevmediğini, değerli bulmadığını, halbuki başkalarının ihtiyaçlarını karşıladığını düşünür ve ALLAH hakkında kötü zan besler. Bu zan, onun kalbinin rezilliğinden ve hissizliğindendir. Günahtan korunan sadece ALLAH’ın koruduklarıdır. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: ‘İnsan, kendi kendinin şahididir.’ (75/Kıyame: 14) İnsanın böyle kötü zanlar beslemesinin belirtisi, kaderde kabahat aramasıdır.

O’nun bir şeyi vermesi de engellemesi de bir imtihandır. Verip, engelleyerek kullarını dener. Nitekim şöyle buyurmaktadır: ‘İnsan var ya, Rabbi kendisini sınayıp da ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde: ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Onu sınayıp rızkını daralttığında ise: ‘Rabbim bana ihanet etti’ der.’ (89/Fecr: 15-16) Bunun anlamı şudur: Her lütufta bulunduğum ve nimete erdirdiğime ikramda bulunmuş olmam çünkü ona nimet vermem, onun Katımda değerli olmasından değildir ancak ona olan ihsanım bir sınav ve denemedir. Bana şükrederse ona daha fazla verecek, nankörlük ederse onun elinden alıp başkasına verecek değilim. Her deneyip rızkını kıstığım ve belli ölçüden fazla vermediğim kimsenin durumu, o kimsenin Benim Katımda değersiz olmasından değildir. Onun durumu Benim sınamamdır. Bakalım sabredecek mi? Sabrederse elinden çıkan rızkın kat kat fazlasını ona veririm. Buğz ederse nasibi de buğz olur.

(…)

Netice olarak dünya ve ahiret mutluluğu ‘Biz yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ ayetinin uygulamasına bağlıdır.

3. İbadet ve evradı (belli zamanlarda yaptıkları zikirleri) olan ancak tevekkül ve yardımı bekleme konusunda nasipleri az olan kimselerdir. Sebeplerin kaderle irtibata geçmesine kalpleri yeterince izin vermemiştir. Dolayısıyla onların kalpleri kader olmaksızın hiçbir etkisi olmayan ölüler, hatta hiçbir varlığı bulunmayan yokluk derecesindedir ve kader onları harekete geçiren bir ruh gibidir. Dayanak ilk harekete geçiriciye bağlıdır. Dolayısıyla onların basiretleri hareket edenden harekete geçiriciye, sebepten sebep olana, aletten onu kullanan faile intikal edememiştir. Böylece azimleri zayıflamış, himmetleri eksik kalmıştır. Başka bir ifadeyle ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesinin uygulamasındaki nasipleri az olmuş,-evrad ve vazifelerini yerine getirmekle ibadetin zevkine varsalar da- tevekkül ve yardım bekleme konusunda zevkine varamamışlardır. Böylelerinin tevekkül ettikleri ve ALLAH’tan yardım bekledikleri ölçüde başarı ve kazançtan payları vardır. Tevekkül ve ALLAH’a dayanmalarının azlığı ölçüsünde de başarısızlık, zaaf, acz ve horluk içerisindedirler. Kul, bir dağın yerinden kaldırılmasıyla görevli olsa ve o konuda ALLAH’a gerektiği gibi tevekkül etse o dağ yerinden oynardı.

Tevekkül ve yardım beklemenin anlamı nedir, diye sorarsan şu cevap verilir:

Tevekkül ve yardım bekleme:  ALLAH’ı tanımaktan, O’nun yaratma, işleri çekip çevirme, zarar ve fayda verme, bağışta bulunma ve bunu engellemeyi tekeline aldığını,-insanlar istemese de- dilediği şeyin olduğunu-insanlar istese de- dilemediğinin de olmadığını bilmekten kaynaklanan kalpteki bir haldir. Bu hal, insanın ALLAH’a dayanmasını, işlerini O’na havale etmesini, O’na güvenmesini, O’na güvendiği konuda O’nun kendisine yeterli olduğuna ve -insanlar istese de istemese de- O’nun iradesi olmadan hiçbir şeyin olmayacağına inanmasını sağlar. Böylece insanın durumu, başına gelen iyi ve kötü işlerde bebeğin ana ve babasıyla olan durumuna benzer. Bebek nasıl ana-babası dışındakilere yönelmekten kaçınır ve tüm yönelişlerini sadece ana-babasına yaparsa, tevekkül eden kişi de sadece ALLAH’a yönelir. ALLAH ile böyle bir irtibat kuran kimseye ALLAH kesinlikle yeter. Nitekim Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: ‘Kim ALLAH’a dayanırsa O, ona yeter.’ (65/Talak: 3) O kişi, bu tevekkülle birlikte bir de takva ehlinden olursa, onun övgüye layık bir akıbeti olur. Eğer takva ehlinden olmazsa o zaman aşağıda zikredeceğimiz dördüncü gruba dahil olur.

4. ALLAH’ın fayda ve zarar verme tekelinde olan tek varlık olduğuna ve dilediğinin olup dilemediğinin olmadığına şahitlik eden fakat O’nun sevdiği ve hoşnut olduğu şekilde davranmayan kimselerdir. Bunlar, ALLAH’a kendi nasipleri, arzu ve amaçları hakkında dayanırlar ve bu konularda O’ndan yardım beklerler. ALLAH da dilerse onların istediklerini verir ancak bunlar, -ister mal, ister liderlik, ister insanlar arasında iyi bir mevki sahibi olmak, ister etki ve güç sahibi olmak olsun – iyi bir netice vermezler. Aynı biçimde bunlar üstün bir hükümranlık ve mal cinsinden şeylerdir ki velayet ve ALLAH’a yaklaşmak bir kenara, İslamı bile sağlamazlar. Hükümranlık, mevki ve mal;  iyi-kötü, Mü’min-kafir herkese verilen şeylerdir. ALLAH’ın böyle nimetler vermesini, bunları verdiği kulları sevdiğine, Kendisine yakın dostlar kıldığına ve onlardan hoşnut olduğuna delil getiren kimse ALLAH’ı ve dinini bilmekten, ALLAH’ın sevdiği ve hoşnut olduğu şeylerle hoşlanmadığı ve gazap ettiği şeyleri ayırmaktan uzak, çok cahil bir kimsedir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 72)

Bu Ayetin Gereğini Yerine Getirenler Dörde Ayrılmıştır :

“Biz yalnız Sana kulluk ederiz’ ayetinin gereğini yerine getiren, bu ayete ehil olan kimseler ise, en üstün, en faydalı ve en tercihe değer ibadet hakkında dört yol benimsemişler, bu konuda dörde ayrılmışlardır.

1- İbadetlerin en faydalısı ve en üstünü nefse en ağır ve en zor gelenidir. Bunlar şöyle demişlerdir: Çünkü zor olan ibadet, nefsani arzudan daha uzaktır. İbadetin gerçeği de budur.

Bu kişiler, ‘ücret zorluğa göre takdir edilir’ diyerek aslı olmayan, ‘ibadetlerin en üstünü en kırmızı olanıdır’ yani en zor olanıdır şeklinde bir hadis te rivayet ederler. Bunlar nefislere zulmeden insanlar olup şu gerekçeyi ileri sürerler: Nefisler ancak böyle düzelir çünkü nefsin tabiatında tembellik, horluk ve tamahkarlık vardır. Ancak zorlukları ve sıkıntıları göğüslemekle düzelir.

2- İbadetlerin en üstünü uzlet, dünyaya değer vermemek, onu mümkün oldukça sınırlı tutmak ve ona dair hiçbir şeye önem vermemektir. Bunlar kendi içlerinde ikiye ayrılırlar:

a-) Sıradan olanları bunu amaç olarak bilir ve kollarını sıvayarak bunu gerçekleştirmeye çalışırlar, insanları da buna davet ederler. ‘Dünyaya değer vermemek, ilimden de ibadetten de üstündür’ derler ve bunu her ibadetin başı ve amacı olarak görürler.

b-) Bunların seçkin tabakası ise dünyaya değer vermemeyi amaç değil de bir araç olarak görürler. Bunun sayesinde amaçladıkları, kalbin ALLAH’a bağlanması, O’nu sevip O’na yönelmesi, O’na dayanması, O’nun rızasıyla meşgul olması ve tüm gayretin bunun için harcanmasıdır. ALLAH ile beraber olmayı, kalp ve dilin başka şeylerden arınarak daima O’nu zikretmesini ve O’nunla meşgul olmasını en üstün ibadet olarak görürler.

Bunların seçkin tabakası da kendi içlerinde ikiye ayrılır: Buyruk ve yasaklar huzurlarını bozsa da onları uygulayan arifler ve böyle davranmayıp haktan sapanlar. Bunlar: ‘İbadetten maksat, kalbin ALLAH ile beraber olmasıdır’ diyerek kendilerini ALLAH’tan ayırdığını düşündükleri bir emre uymazlar.

Böyle diyenler de iki kısma ayrılır: Bunlardan bir kısmı farz ve vacipleri terk ederler. Bir kısmı ise farz ve vaciplere devam ederken sünnet ve nafilelerle faydalı ilim öğrenmeyi terk ederler.

Bunlardan biri arif bir hocaya şöyle bir soru sordu: ‘Ben ALLAH ile birlikteyken müezzin ezan okusa ve namaz kılmak üzere kalktığım vakit ALLAH ile olan bu halim bozulacak ve bu durumda durduğum takdirde ise sürecek ise benim için üstün olan ne yapmaktır?’

Hoca şu cevabı verdi: ‘Müezzin ezan okuduğunda sen Arş’ın altında bile olsan ALLAH’ın çağrısına uyup kalk, namazını kıl, daha sonra yine eski yerine dön! Çünkü ALLAH ile beraber olmak ruh ve kalbin hakkı, namaz çağrısına uymak ise Cenab-ı Hakk’ın payıdır. Kendi ruhunun payını Rabbi’nin payına tercih eden kimse ‘Biz yalnız Sana kulluk ederiz’ ayetini tatbik eden ve ona ehil olan kimselerden olamaz.

3- En üstün ve en faydalı ibadetin başkalarına faydalı olmak olduğunu ileri sürenler: Bunlar, fakirlere hizmet etmeyi, insanların faydasına olan şeylerle uğraşmayı, onların ihtiyaçlarını gidermeyi, onlara mal ve mevki ile yardımda bulunmayı üstün görür, faydası başkalarına sirayet etmeyen ibadetlerden daha faziletli görürler ve böyle ibadetleri uygularlar. Ebu Ya’la’nın rivayet ettiği, Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisi delil getirirler: ‘Tüm yaratılmışların ihtiyaçlarını ALLAH karşılar. Onlar içinde Kendisine en sevimli olanlar bakımıyla mükellef oldukları kimselere en faydalı olanlardır.’ (Ebu Ya’la, VI, 106) Aynı biçimde ibadet edenin ibadetinin faydasının kendisiyle sınırlı kaldığını, halbuki başkalarına faydalı olanın davranışının kendisiyle sınırlı kalmadığını, dolayısıyla bu iki davranışın mukayese bile edilemeyeceğini ileri sürerek görüşlerini güçlendirmeye çalışırlar. ‘Bu sebeple alimin ibadet eden kimseye üstünlüğü ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir’ derler ve şu hadisi delil getirirler: Hz. Peygamber (O’na Binler Selam) Ali’ye şöyle demiştir: ALLAH’ın bir kişiyi senin aracılığınla hidayete erdirmesi senin kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır. (Buhari, Fedailü Ali, 7, 87) Alimin bu üstünlüğü başkalarına faydalı olmasından dolayıdır, derler.

Onlar şu hadislerle de delil getirmişlerdir: ‘Hidayete çağırana hidayete uyanların mükafatları kadar mükafat verilir. Hidayete uyanların mükafatları da eksiltilmez.’ (Müslim, İlm, 5, 531) ; ‘ALLAH, insanlara hayrı öğretenlere rahmet, melekler de istiğfar eder.’ (Tirmizi, İlm, 5, 48) ; ‘Denizdeki balıklar ve hücresindeki karıncalar kadar göklerde ve yerde bulunan herkes alime istiğfar eder.’ (Tirmizi, İlm, 5, 47)

Bu kimseler, ibadet edenin ölümüyle manevi kazancının sona ereceğini, halbuki hayır sahibinin yaptıkları insanlara faydalı oldukça kazanmaya devam edeceğini ileri sürerler.

Onların ileri sürdükleri bir delil de şudur: Peygamberler insanlara iyilik etmek, onları hidayete ulaştırmak, dünya ve ahiretlerinde onlara faydalı olmak için gönderilmişlerdir; insanlardan ayrılmak, uzlete çekilmek ve ruhbanlık yapmak için gönderilmemişlerdir. Bu sebeple Hz. Peygamber, ibadet etmek için kapanıp insanlardan uzaklaşmaya teşebbüs eden bir grubu yadırgamıştır.

Bu kimseler, ALLAH’ın emri, kulların faydası ve iyiliği için ayrılmayı daha üstün görürler.

4- Bunlara göre en üstün ibadet, her vakitte o vaktin gereği olan şeyi Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun şekilde yapmaktır. Geceleyin namazı ve gündüz orucu terk etmek, hatta farz namazı kısaltmak mecburiyeti olsa bile, cihad zamanında en üstün ibadet cihad etmektir.

Misafir geldiği zaman en üstün ibadet ise onun hizmetini yapmak, müstehap olan virdi bırakıp onunla ilgilenmektir. Eş ve çocuklarının haklarını yerine getirmek te böyledir.

Seher vaktinde en üstün ibadet namaz kılmak, Kur’an okumak, dua, zikir ve istiğfar etmektir.

Doğru yolu bulmak isteyen bir kimse ve ilim öğrenmek isteyen bir kişi olduğunda en üstün ibadet, onların eğitimiyle ilgilenmektir.

Ezan okunduğunda en üstün ibadet, meşgul olduğu işini ve virdini bırakıp müezzinin davetine icabet etmektir.

Beş vakit namazın vaktinde onları en güzel şekilde yerine getirmek için çabalamak, vakit girer girmez onları eda etmeye koşmak ve camiye gitmek en üstün ibadettir. Bulunduğu yer camiye uzak ise bu daha da üstündür.

Mal, beden ve mevki gibi bir yardıma muhtaç olan kimse olduğunda en üstün ibadet ona yardım etmek, onunla ilgilenmeyi vird ve uzlete tercih etmektir.

Kur’an okurken sanki ALLAH sana hitap ediyormuş gibi kalbin ve tüm varlığın onu anlamaya ve düşünmeye hasredilmesi en üstün ibadettir. Onun emirlerini yerine getirmeye azmetmek bir padişahtan bir ferman alıp da tüm kalbini o fermana odaklayan kimsenin durumundan daha önemlidir.

Arafat’ta vakfeye durulduğu zaman en üstün ibadet, yakarmak, dua ve zikirdir. Bunları yapmayı zorlaştıracak oruçla meşgul olmak değildir.

Zi’l-Hicce ayının ilk on gününde en üstün ibadet, çokça ibadet etmek, özellikle tekbir, tehlil getirip, hamd etmektir. Bu zamanda bunlar fiili hale gelmemiş bir cihaddan daha üstündür.

Ramazan’ın son on gününde en üstün ibadet mescidde uzlete ve i’tikafa çekilmek, insanlarla karışmamak ve ilgilenmemektir. Hatta alimlerin çoğuna göre bu zamanda i’tikaf, insanlara ilim öğretmekten ve Kur’an okumaktan daha üstündür.

Müslüman kardeşin hastalandığı zaman onu ziyaret etmek ya da öldüğü zaman cenazesinde bulunmak ve bunu uzlete tercih etmek en üstün ibadettir.

Felaketler meydana geldiğinde ve insanlar seni üzdüğünde onlardan uzaklaşmadan sabretmek en üstün ibadettir. İnsanlarla karışıp da onların eziyetlerine sabreden Mü’min, onlarla karışmayıp ta eziyetlerine uğramayandan daha üstündür. En iyisi hayırda insanlarla beraber olmak, şerde ise onlardan uzak durmaktır ancak kişi onlarla beraber olduğunda şerri giderebileceğini ya da kısıtlayabileceğini düşünüyorsa o takdirde onlarla beraber olması uzak durmasından daha üstündür.

Kısaca her vakit ve durumdaki en üstün ibadet, o vakit ve durumda ALLAH’ın rızasına uygun olan davranışı yapmak, o vaktin gerektirdiği ibadetle ilgilenmektir. ALLAH’a bu şekilde ibadet eden kimseler mutlak ibadet ehlidir. Önceki gruplar ise O’na kayıtlı bir şekilde ibadet etmektedir. Dolayısıyla onlardan biri ilgili olduğu ibadet türünü yapamaz ve ondan ayrı düşerse kendisinin ibadeti terk ettiğini zanneder çünkü o, ALLAH’a ancak bir şekilde ibadet etmektedir. Allah’a mutlak bir şekilde ibadet eden kimse ise belli bir ibadeti diğerine tercih etmemektedir. Aksine her nerede olursa olsun ALLAH’ın rızasına tabi olmaktadır. Onun ibadetinin dayanağı ALLAH’ın rızasıdır. O, kulluk makamlarında dolaşmasını sürdürmektedir. Yükseltildiği makamdaki seyrini kendisine başka bir makam görününceye kadar sürdürmekte ve kullukla meşgul olmaktadır. Onun kulluktaki seyri, yürüyüşünü bitirinceye kadar bu şekil devam edecektir. Alimlere bakarsan onu onlarla, zahitlere bakarsan onlarla, mücahidlere bakarsan onlarla, zikir ehline bakarsan onlarla, hayır-hasenat sahiplerine bakarsan onlarla, kalbini ALLAH’a bağlayan kimselere bakarsan onlarla birlikte görürsün. İşte o, hiçbir şekil ve kaydın kendisini bağlamadığı mutlak kuldur. Onun davranışları kendisine lezzet ve huzur bulduğu ibadetlere bağlı değildir. Aksine o,- kendi rahatına ve zevkine uymasa da- Rabbinin isteklerine bağlıdır. ‘Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ ayetinin gereğini hakkıyla yerine getiren işte budur! Onun giydiği, hazır bulduğu şey; yediği, kolaylıkla elde ettiği şey; her vakitte meşguliyeti ise, o vakitte yapmakla emrolunduğu şey; oturduğu meclis ulaştığı ve boş bulduğu yerdir. Onu hiçbir şekil ve kayıt bağlamaz, hiçbir işaret kontrol altına alamaz, mutlak hürdür. Her nereye giderse gitsin dinin emirlerini yerine getirir. Hakka uyan herkes ona dost olur, batıla uyan her ferd ise ondan uzaklaşır. O, yağmur gibidir. Nereye düşerse fayda verir. Yaprağı ve hatta dikeni bile faydalı olan hurma ağacı gibi her yönüyle faydalıdır. O, ALLAH’ın emrine muhalefet edenlere karşı katı ve ALLAH’ın haramları çiğnendiğinde gazaplıdır. O, ALLAH için yaşar, ALLAH’a bağlı ve O’nunla birliktedir. Yaradılmışları bırakarak ALLAH ile, kendisini terk ederek de insanlar ile birlikte olmuştur. Hatta ALLAH ile birlikte olduğunda yaradılmışları aradan çıkararak onlardan sıyrılır. Yaradılmışlarla birlikte olduğunda ise kendisini aradan çıkararak onlarla birlik olur. O, ne güzeldir! İnsanlar arasında ne kadar garip ve yalnız; ALLAH ile ne kadar tanış ve bu sebeple ne kadar sevinçli, huzurlu ve tatmin içerisinde! Yardım istenecek olan yalnızca ALLAH’tır ve itimad da sadece O’nadır!” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 78)

Bu Ayet Dört Sütun Üzerine Bina Edilmiştir :

“Dille söylenenlerle, kalpten geçenlerle, gönül ve organlarla yapılan amellerle ALLAH’ın ve ALLAH’ın peygamberinin sevdiği ve hoşnut olduğu şeyleri gerçekleştirmek. Kulluk bu dört unsurun hepsini içine almaktadır. ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ ayetini gerçekten uygulayanlar bunlardır.

Kalpten geçenler: ALLAH’ın Zatı, isimleri, sıfatları, fiilleri, melekleri ve hesap günü hakkında peygamberleri aracılığıyla haber verdiklerine inanmaktır.

Dille söylenenler: Kalpten geçenleri dille söylemek, insanları onlara çağırmak, onları savunmak, onlara aykırı olan bid’atları açıklamaktır.

Gönülle yapılan ameller: ALLAH’ı sevmek, O’na güvenmek, O’na yönelmek, O’ndan korkmak, O’ndan ummak, dini sadece O’na has kılmak, O’nun emir ve yasaklarını sabırla uygulamak, O’nun takdiriyle başına gelenlere sabretmek, O’nunla yetinmek ve O’ndan hoşnut olmak, O’nun için dost ya da düşman olmak, O’na boyun eğip, itaat etmek, O’na saygı duymak, O’nunla huzur bulmak ve bunlar gibi organlarla yapılan ibadetlerden daha önemli ve ALLAH katında daha güzel amellerdir. Bunlar olmaksızın organlarla yapılan ameller ya tamamen ya da büyük ölçüde faydasızdır.

Organların amelleri : Namaz kılmak, cihad etmek, Cuma’ya ve cemaate gitmek, acize yardım etmek, insanlara iyilikte bulunmak ve benzeridir.

‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ ifadesinin gereği, bu dört maddedeki hükümlere uymak ve onları kabul etmektir. ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesi ise, bunları gerçekleştirmek ve bu konularda başarılı olmak için ALLAH’ın yardımını istemektir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 90)

Tüm Peygamberler, İnsanları Bu Ayetin Mesajına Davet Etmiştir :

“Onların ilkinden sonuncusuna kadar hepsi insanları, ALLAH’ı birlemeye ve O’na kulluk etmeye davet etmişlerdir. Hz. Nuh kavmine şöyle demiştir: ‘Ey halkım! ALLAH’a kulluk edin! Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.’ (7/A’raf: 59) Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb da kavimlerine böyle demektedir. Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: ‘Celalim hakkı için Biz, her ümmete: ‘ALLAH’a ibadet edin. Tağuttan (insanları azdıran, cin ya da insan türünden şeytan) kaçının!’ diyen bir peygamber gönderdik.’ (16/Nahl: 36) ; ‘Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilah yoktur artık Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.’ (21/Enbiya: 25)(İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 91)

Bu Ayette İnsan Bütün Evren ve Bütün Yaratılmışlar Adına ALLAH’a Seslenmektedir :

“Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız senden yardım bekleriz’ demekle, bütün yaratılmışlar adına, evrenin büyük cemaati ve en büyük topluluğundaki kullukları ve yardım dileklerini O’na sunmak…” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 18)

“Ey aciz insan ve ey fakir insanlık! Dua gibi rahmet hazinesinin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin dayanağı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, insanlığın en yüksek derecesine çık, bir sultan gibi bütün evrenin dualarını kendi duan içine al, bütün kulluğun temsilcisi ve bütün varlığın vekili gibi ‘yalnız Senden yardım bekleriz’ de, evrenin güzel bir ölçüsü ve özeti ol.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 135)

İslami Terminolojiye Göre Kulluk/İbadet:

“Şeriat dilinde ibadet, niyete bağlı olarak yapılması sevap olan ve Yüce ALLAH’a ‘kurbet (yakınlık)’ ifade eden özel bir taattir. Taat, niyete bağlı olsun olmasın ve kimin için yapıldığı bilinsin bilinmesin yapılması sevap olan fiili (işi) yapmaktır. Kurbet (yakınlık) , niyete bağlı olmasa bile yapılması sevap olan fiili (işi), kime yapıldığını bilerek yani yaklaşmak istediği varlığı tanıyarak yapmaktır. Buna göre her ibadet ALLAH’a bir kurbet (yakınlık), bir taattir fakat her taat yakınlık olmaz ve her yakınlık ibadet sayılmaz. Mesela, ALLAH’ı tanımak için kafa yormak, düşünmek bir taattir ancak yaklaşılmak istenilen Yüce ALLAH tefekkür anında henüz tanınmış olmadığından bu tefekkür bir yakınlık değildir, niyete bağlı olmadığından ibadet de değildir. Kur’an okumak, muhtaçlara yardım etmek, sadaka vermek, vakıf yapmak, köleyi özgürlüğüne kavuşturmak gibi niyete bağlı olmayan işler hem yakınlık ve hem taattır, ibadet değildir ama namaz, oruç, zekat, hac, cihad gibi niyet şartına bağlanmış fiiller hem ibadet, hem yakınlık, hem taattir.

Demek ki Şeriata özgü ibadet, insanın ruh ve bedence, dışı ve içiyle bütün varlığıyla yalnız ALLAH’a yaptığı bilinçli bir itaat ve yakınlıktır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 101)

Kullukla Bağlantılı Fıkhi Hükümler Beş Tanedir :

“Vacib (mutlaka yapılması gereken), müstehab (yapılması hoş görülen), haram (kesinlikle yasaklanmış olan), mekruh (yapılması hoş karşılanmayan) ve mubah (yapılıp yapılmaması serbest bırakılmış olan). Kalp, dil ve organların her birinin yapmakla sorumlu olduğu vacip, haram, müstehab, mekruh ve mubahı vardır.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 98)

Kulluğun Süresi Ölünceye Kadardır :

“Cenab-ı Hakk, Peygamberine şöyle demektedir: ‘Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk yap.’ (15/Hicr: 99) Cehennemliklerin de şöyle dediğini belirtmektedir: ‘Ve ceza gününe yalan derdik’ (74/Müddessir: 46) Ayette zikredilen ‘yakîn’ kelimesi, tüm müfessirlerin ittifakıyla ölüm anlamındadır. Osman bin Maz’un’un ölümüyle ilgili sahih bir hadiste Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilir: ‘Ona Rabbinden yakîn gelmiştir.’ (Buhari, 4, 137)

Kul, sorumluluk yeri olan bu dünyada bulundukça ölene kadar kulluktan ayrılmaz. Aksine berzahta bile o başka bir kullukla sorumludur. Sorgucu melekler: ‘Rabbin kimdir? ALLAH Rasulü hakkında ne dersin?’ şeklinde soru sorup, ondan cevap beklemektedir. Kıyamet gününde de başka bir kullukla sorumludur. ALLAH, tüm yarattıklarını secde etmeye çağırdığında Mü’minler secde eder, kafir ve münafıklar ise secde edemezler ancak mükafat ve ceza yurduna girdiklerinde sorumlulukları biter. O zaman mükafat ehlinin her nefes bıkıp yorulmadan yaptıkları kulluk ALLAH’ı tesbih etmek olur.

Her kim kulluk sorumluluğunun kalkacağı bir makama ulaşacağını iddia ederse o ALLAH ve peygamberini inkar eden bir zındıktır. O, ulaşsa ulaşsa ALLAH’ı inkar ve O’nun dininden sıyrılma makamına ulaşır. Halbuki kul, kulluk makamlarında ne kadar kök salarsa kulluk vazifesi o kadar büyük olur. Ona yakışan, daha aşağı derecede olan kimselerin yapması gerekenden daha fazla kulluk etmektir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 93)

Ayetin Kader Konusuyla İlgisi :

“Bu ayet bize, bütün yardımın ALLAH’ın olduğunu gösteriyor ancak isteme bizimdir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 110)

Hz. Ali’nin Kulluk Duası:

“Senin kulun olmam iftihar etmem için bana yeter. Senin, benim Rabbim olmansa, şeref bakımından bana kafidir. Ya Rabbi! Ben, Seni istediğim gibi bir ilah buldum; o halde Sen de beni irade ettiğin gibi bir kul yap!” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 150)

Neden Çoğul Kullanılmış? İbadetlerin Kabulünü Garantiye Almak :

“Bazı müfessirler:

– Bu ayette çoğul kullanılmasının hikmeti:  Farz namazların cemaatle kılınmasına işarettir, demişlerdir.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 53)

“Sanki kul şöyle der: ‘Ya Rabbi! Tek başına benim ibadetim, zikre değer bir dereceye ulaşamamıştır çünkü onun çeşitli kusurları vardır fakat ben bütün ibadet edenlerin ibadetlerine onu katıyor ve hepsini tek bir ibare ile anarak ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ diyorum.

Kul: ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ dediğinde, ALLAH’a ibadet edenlerin hepsinin ibadetini sunmuş olur. Yüce ALLAH’ın keremine de bu ibadetlerin bir kısmını diğerlerinden ayırarak kabul etmesi yakışmaz. Bu durumda ya hepsi reddolunur ki bu caiz değildir çünkü ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ sözüne, meleklerin, peygamberlerin ve velilerin ibadetleri de dahildir veya bütün ibadetler kabul olunur ki bu durumda ‘Yalnız Sana ibadet ederiz’ diyen kimsenin ibadeti, diğerlerin ibadetinin kabul olunması bereketiyle makbul olmuş olur. Buna göre kul, sanki şöyle der: ‘ALLAH’ım, her ne kadar ibadetim makbul değilse de beni geri çevirme çünkü bu ibadette ben yalnız değilim, aksine çoğuz. Her ne kadar kabul edilmeye layık olmadıysam da, diğer ibadet edenlerin ibadetlerini Sana şefaatçi olarak sunuyorum. O halde benim ibadetimi de kabul buyur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 346)

“Neden ‘Ben ibadet ederim ve yardım beklerim’ denilmedi de, ‘Biz, Sana ibadet ederiz ve yardım bekleriz’ denildi?

Birden o ‘nun’ (biz) kapısıyla bir hayali seyahat meydanı açıldı. Namazdaki cemaatin büyük sırrını ve büyük kazancını ve bu tek harfin bir mucize olduğunu gözle görürcesine bildim ve gördüm. Şöyle ki: Ben, o zaman İstanbul’da Bayezid Camisinde namaz kılarken, ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ dedim. Baktım, o camideki cemaat benim gibi diyerek bu davama ve ‘bizi doğru yola ilet’ duama tamamen katılıp, onayladıkları zamanda bir perde daha açıldı. Gördüm ki İstanbul’un bütün camileri bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz’ deyip benim davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, amin diyorlar ve bana bir çeşit şefaatçi şeklini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı. Gördüm ki, İslam alemi büyük bir cami şeklini aldı. Mekke, Kabe mihrap hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairesel bir biçimde o kutsal mihraba yönelerek, benim gibi ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz. Bizi doğru yola ilet’ deyip, her biri herkes adına hem dua eder, hem dava eder, hem onaylar, hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem, ‘bu kadar büyük bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytani vesveseleri geri püskürtür’ diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük kazançlarını görerek onaylarken, bir perde daha açıldı. Gördüm ki, Evren en büyük bir cami ve yaratılmış türler, büyük bir namazda, cemaatle, herbiri kendine özel bir ibadetle ve beden diliyle bir çeşit namaz kılıyor gibi Yüce Ma’bud’un (İbadet edilen varlığın) kapsamlı rububiyetine (yetiştirip, geliştirmesine) karşı çok geniş bir kullukla karşılık vermek için herbiri, herkesin şehadetlerini ve tevhidlerini (ALLAH’ın varlığını ve birliğini kabul etmelerini) onaylar ki, aynı sonucu ispat etme şeklinde vaziyet alıyorlar diye görürken, birden bir perde daha açıldı. Gördüm ki, nasıl en büyük insan olan Evren, duruşuyla ve bileşenleriyle, eğilimi ve doğal ihtiyaçlarıyla ve bilinçli varlıkları dilleriyle, ‘Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ diyorlar Yaratıcılarının merhametli rububiyetine karşı kulluklarını gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük evren hükmünde, o en büyük cemaattaki herbir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki atomlar ve yetenekler ve duygularım da Yaratıcının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının diliyle, ‘Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ diyerek, ALLAH’ın emrine ve iradesine göre hareket ettiklerini ve her an Yaratıcılarının yardımına ve merhametine muhtaç durumda olduklarını gördüm. Hem namazdaki cemaatin kutsal sırrını, hem ‘nun’un (çoğul oluşun) güzel mucizesini hayretle görüp, ‘nun’ kapısıyla girdiğim gibi çıktım, ‘Elhamdü lillah’ dedim. ‘Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarımın hesabına da söylemeye alıştım.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 1123)

Nasıl Bir Cemaat ve Toplum?

“Bu ayette topluma ve toplumsallığa büyük bir önem verilmiştir çünkü ‘kulluk ederim, yardım beklerim’ ifadelerinde olduğu gibi sözleşme, birinci tekil kipiyle yapılmıyor da, ‘kulluk ederiz, yardım bekleriz’ diye birinci çoğul kipiyle yapılıyor.

Tefsir alimleri burada, cemaatla ibadetin üstünlüğüne işaret vardır diyorlar. Şüphesiz öyledir. Ancak, cemaat faziletini iyice düşünmeliyiz. Cemaatle ibadet etmek için cemaatin oluşmuş olması gerekir. Oysa cemaat kuru bir kalabalık demek değil, tek ruhla hareket edebilen, birlik halinde düzenli bir oluşum demektir. Dolayısıyla cemaatin oluşması, bir ruh ve bir toplumsal antlaşmaya bağlıdır. Toplumsal antlaşma ise şimdi içinde bulunduğumuz antlaşma ve sözleşme ile oluşacaktır. İslam toplumunun oluşumu da Fatiha’nın inmesinden sonradır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 114)

“Her birey, Fatiha ile bu antlaşmayı yapar veya pekiştirirken bir cemaatin imamı gibidir. Bu espri dolayısıyla mezhebimizde imamın arkasında namaz kılan cemaat ne Fatiha ne başka hiçbir şey okumaz da hepsinin hesabına imam okur çünkü Kur’an okumak, Yüce ALLAH ile konuşmak anlamına gelir. Tek başına namaz kılan birey ise, henüz fiilen oluşmamış ama potansiyel bir güç olarak, bir cemaatin imamı gibi olduğundan kesinlikle okur ve bu gibi fertler çoğalıp tanıştıkça pratikte cemaat de kendiliğinden kolayca oluşur da hemen içlerinden birini imam tanıyarak ona uyarlar. O toplumsal güçleri de imamlarıyla orantılı uyumlu olur. (Öyle ya, hadiste şöyle buyurulmuştur:) ‘Nasılsanız öyle idare edilirsiniz’

İslam dininin namazla ilgili hükümleri ayrıntılarıyla bilinir, düşünülürse bunun inceliklerini anlamak mümkün olur ve her namazda Fatiha okumanın hikmeti de ortaya çıkar.

Demek ki henüz böyle bir cemaat fiilen ortada yok iken bu ruhun bir kişide kök salmasından daha sonra büyük bir toplumsal yapılanma oluşabilir ve bu suretle, toplumsal ruh, fizik yapıların toplumsal olarak bir araya gelmesinden önce olduğundan bir birey, bir topluluğun bütün vicdanını onun oluşumundan önce de taşıyarak onu temsil eder ve o duygu ve o vicdan ile Yüce ALLAH’a söz verip teminatta bulunabilir ve bu meselede hiç de bir devir dönüp aynı noktaya gelmek şaibesi/kusuru yoktur.

İşte İslam bu büyük ve benzersiz toplumsal ruhtur ve onun içerdiği toplumsal ve medeni anlamı üstünde hiçbir camia=ortak payda, toplayıcı unsur tasvirine imkan bulunamaz. Bunu ise, çok küçük ve dar vicdanlar yaşayamazlar da küçük küçük mabudlar, tapınılacak nesneler ararlar ve kardeşlik çemberleri ne kadar küçülürse o kadar rahatlık duyacağız diye sanırlar ama duyamazlar. Bir Müslümanın kalbindeki dayanıklılığa ve huzura bir türlü eremezler.

Böylece, İslam toplumunun gücü, bireylerin çokluğu ve İslami vicdanların gücüyle uyumludur. Toplum fiziksel olarak var ve güçlü iken bireyin toplumsal ruhu duyması ve taşıması kolay olur ancak toplumun fiziksel konumu zayıf olduğu zaman böyle bir vicdan taşımak zor ve hele henüz fiilen cemaat yokken böyle sonsuza varan güçlü bir vicdana sahip olmak bütün dünyayı donatacak böyle bütün bir ruha sahip olmak demek olduğundan, doğrudan ilahi bir destekten başka bir yolla elde edilmesi mümkün olmayan bir güçlüktür. Bu makam, peygamberlerin ve özellikle peygamberlerin en son geleni Son Peygamberin makamıdır.

Gerçekten Yüce ALLAH da Fatiha’da ilk önce bu antlaşmayı yüce sevgilisi Muhammed Mustafa –Sallalahu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e vahy ile yaptırmış ve bu antlaşmayı onun toplumsal vicdanı ile kulluk diline söylettirmiştir. Bunun için tam anlamıyla ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ diyebilen doğru ve doğrulanmış en mükemmel kul, kapsamlı kişi Peygamberlerin Sonuncusu, en son gönderileni Efendimiz’dir ve asıl kulluk makamı onundur.

Bunun için: ‘Tanıklık ederim ki ALLAH’tan başka tanrı yoktur ve yine tanıklık ederim ki gerçekten Muhammed, O’nun kulu ve peygamberidir’ iman ilkesini oluşturur. Onun sinesi öyle ferahlığa ermişti ki Hıra mağarasında yalnız başına kaldığı, insanlardan uzaklaştığı sıradaki kulluğu ile ‘Ruh-i Kül’i (bütün yaratılmışların ruhunu) temsil etmiş ve sosyal vicdanı bütün alemlere imam olmuş ve işte İslam toplumu bundan teşekkül etmiştir ve her çağda onun sünnetine uyarak gerçekten ümmeti olabilen İslam toplumu da bireyleriyle değilse de bütün toplumsal yapısıyla bu kulluk antlaşmasını hakkıyla söyleyebilmişler, ne ALLAH’tan başkasına boyun eğmişler ne de yardım isteminde bulunmuşlardır çünkü cihanın örnek gösterilen devletini kuran, yirmi-otuz sene içinde Kabe’deki putları kıran, şahların cihana meydan okuyan saltanatlarını deviren, Doğu Roma krallarına boyun eğdiren bu ruh idi. Türkistan sahrasına girip Türkleri çekim alanına alan, oradan çekip İstanbullara, Viyanalara kadar götüren yine bu ruh idi.

Bir kimse namazda Fatiha okurken, ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ yerine ‘Yalnız Sana kulluk ederim ve yalnız Senden yardım beklerim’ dese namazı bozulacaktır. Çünkü Yüce ALLAH, bireyden sade bireysel vicdanıyla söz verme istemiyor da toplumsal vicdan ile antlaşma istiyor ve her namazda bu vicdanı terbiye ve pekiştirmek istiyor. Şu halde bir Müslüman: ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ derken şöyle bir düşünmelidir: ‘Yalnız Sana kulluk ederiz’ dediği zaman kimleri temsil ediyor? ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ dediği zaman kimlere vekalet eyliyor? Yani bu sözünde hangi cemaatin birlikteliğiyle doğru olacaksa en azından onları düşünerek bunu söylemelidir. Böylece cemaat o anda yapılan kullukta fiilen mevcut ise o yetebilir, değilse mevcut olan cemaata potansiyel cemaatı, ALLAH’ın meleklerini de eklemeyi herhalde unutmamalıdır. Bu mertebelere işaret için tefsir alimleri buradaki ‘biz’ zamirlerini okuyan kimse ile beraberindeki koruyucu meleklere veyahut o andaki cemaata veyahut bütün Mü’minlere yöneliktir derler.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 117)

Ayetin Hatırlattığı Sorumluluk :

“Anlatıldığına göre, Süfyan-ı Sevri bir akşam namazında, birkaç kişiye namaz kıldırırken, Fatiha’yı okuduğu sırada: ‘Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ mealindeki ayete gelince, düşüp bayıldı. Ayıldığında niçin bayıldığı soruldu. O da şu cevabı verdi: ‘Sen neden doktor ve sultanların kapılarına gidersin?’ diye bir şeyin sorulması içime doğdu, işte bundan dolayı düşüp bayıldım.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 44)

Ayetin ALLAH ve Kul Hakkına Ait Olan Bölümleri :

“Kulluk, Yüce ALLAH’ın hukukundan; yardım beklemek ise kul hukukundandır.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Ebussuud Tefsiri, 1, 63)

Kibir ve Riyanın Panzehiri Olarak Bu Ayet :

“Kalbe iki büyük hastalık musallat olmaktadır. Eğer bu hastalıkların giderilmesi yoluna gidilmezse kalbi telef olmaya doğru götürürler. Bu hastalıklar riya ve kibirdir. Riyanın devası: ‘(Rabbimiz!) Yalnız Sana kulluk ederiz’ ifadesi, kibrin devası ise: ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesidir.

Şeyhülislam İbn Teymiye’nin, riyanın devası: ‘(Rabbimiz!) Yalnız Sana kulluk ederiz’ ifadesi, kibrin devası ise: ‘Yalnız Senden yardım bekleriz’ ifadesidir, dediğini çok kere duymuşumdur.” (İbn Kayyım el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 52)

Ayetin Kendinden Sonraki Ayetle İlişkisi:

“ALLAH’tan yardım istenmesinin asıl amacı, Yüce ALLAH’ın kullarını Kendisine karşı ibadet ve kulluk görevlerini yerine getirmeye muvaffak kılması anlamında değerlendirmek te mümkündür. dolayısıyla bundan sonra gelecek olan ayette: ‘Bizi ilet’ ifadesi de söz konusu yardımın bununla alakalı bulunduğunu açıklamak için de olabilir sanki ayetin içinde şöyle gizli bir soru var gibi:

‘Size nasıl yardım edeyim? Söyler misiniz?’ İşte Rabbimizin bu sorusuna karşı kulların da cevabı şöyle oluyor: (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 130)


1/FATİHA:6- BİZİ DOĞRU YOLA İLET.

AYETİN KENDİNDEN ÖNCEKİ AYETLE İLİŞKİSİ:

“Bizi doğru yola ilet’ Bu, arzulanan yardımın açıklanmasıdır sanki: ‘Sana nasıl yardım edeyim?’ gibi bir soru sorulmaktadır. Buna da, ‘Bizi doğru yola ilet’ diye cevap veriliyor. Bir de, yapılan ibadetin hemen arkasından dua yapmak, şer’i bir kuraldır.

‘et-Teysir’ adlı eser de şöyle deniliyor: ‘Biz, yalnız Sana kulluk ederiz’ ifadesiyle Tevhid belirtiliyor. ‘Ve yalnız Senden yardım bekleriz’ cümlesiyle de yapılan ibadet sebebiyle ALLAH’tan yardım isteniyor. ‘Bizi ilet’ ifadesi, kulun ALLAH’ın dininde sebatını istemesidir çünkü bu, ibadetin ve yardım istemenin gerçekleşmesidir. Kaldı ki, hidayette sebatın istenmesi, en önemli ihtiyaçlardandır. Nitekim bu, tüm peygamberlerin ve velilerin istediği bir şeydir. Örneğin, Hz. Yusuf : ‘Benim canımı Müslüman olarak al’ (12/Yusuf: 101) demişti. Firavun’un sihirbazları da: ‘Bizi Müslümanlar olarak öldür.’ (7/A’raf: 126) demişlerdi. Sahabe de şöyle dua ederdi: ‘Canımızı iyilerle beraber al’ (3/Al-i İmran: 193) Bu kişilerin böyle dua etmelerinin nedeni şudur: Kişi, görünüşteki durumuna güvenmemeli, gelecekte ne olacağını düşünmelidir çünkü ilerde durumu değişebilir. Örneğin, iblisi, Bersisa’yı ve Bel’am bin Baura’yı hatırlamalıyız. Önceleri ne idiler, sonra ne oldular?” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursavi Tefsiri, 1, 44)

AYETİ TEFSİR EDEN DİĞER AYETLER:

“Kim küfrü imanla değiştirirse, şüphesiz, düz yolun artasında sapıtmıştır.” (2/Bakara: 108)

“De ki: ‘Doğru yol ancak ALLAH’ın yoludur.” (2/Bakara: 120)

“İnsanların içinden akılsız olanlar: ‘Yöneldikleri kıbleden bu Müslümanları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da ALLAH’ındır, batı da. O, dilediğini doğru yola iletir.” (2/Bakara: 142)

“Eğer kullarım Beni senden sorarlarsa, bilsinler ki Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm. O halde onlar da Benim emrime uysunlar ve Bana iman etsinler ki doğru yola gidebilsinler.” (2/Bakara: 186)

“Bütün insanlar tek bir ümmet idi sonra ALLAH onlara, müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri konularda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da indirdi.” (2/Bakara: 213)

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra, kalplerimizi saptırtma.” (3/Al-i İmran: 8)

“Şüphesiz ALLAH benim de, sizin de Rabbinizdir öyle ise yalnız O’na kulluk edin. Doğru yol budur.” (3/Al-i İmran: 51)

“Kim ALLAH’a sarılırsa kesinlikle o, doğru yola iletilmiştir.” (3/Al-i İmran: 101)

“Kendilerine öğütlenenleri yapsalardı (…) onları elbette doğru bir yola iletirdik.” (4/Nisa: 66, 68)

“Kendisine doğru yol belli olduktan sonra kim, Peygambere karşı çıkar ve Mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse; onu, o yönde bırakırız ve Cehennem’e sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (4/Nisa: 115)

“Mü’minlerle kafirler arasında bocalayıp dururlar. Ne onlara uyarlar, ne bunlara. ALLAH’ın şaşırttığı kimseye asla bir yol bulamazsın.” (4/Nisa: 143)

“İnkar edip, zulmedenleri ALLAH asla bağışlamayacaktır. Onları (Cehennem yolundan başka) bir yola da iletmeyecektir.” (4/Nisa: 168)

“ALLAH’a iman edip, O’na sımsıkı sarılanları ALLAH, Kendinden bir rahmet ve lütuf (deryası) içine daldıracak ve onları, Kendine varan bir yola koyacaktır.” (4/Nisa: 175)

“Gerçekten size ALLAH’tan bir nur, apaçık bir Kitap geldi. ALLAH, onunla, rızasını isteyenleri kurtuluş yollarına götürür. Onları, izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir.” (5/Maide: 15-16)

“Ey iman edenler! ALLAH’a karşı saygılı (muttaki) olun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (5/Maide: 35)

“De ki: ‘ALLAH’ı bırakıp da bize fayda ya da zarar veremeyecek olan şeylere mi tapalım? Ve ALLAH bizi doğru yola ilettikten sonra şeytanların kandırıp, şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise: ‘Bize gel!’ diye doğru yola çağırdıkları bir ahmak gibi İslam’dan şirke mi dönelim?’ De ki: ‘ALLAH’ın gösterdiği yol, tek yoldur ve bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi. Namazı tam olarak kılın ve ALLAH’a karşı saygıyla dopdolu (muttaki) olun.’ (diye emrolunduk). Varıp huzuruna toplanacağımız O’dur.” (6/En’am: 71-72)

“İman edip, imanlarını zulümle kirletmeyenler… İşte güven içinde olma onların hakkıdır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (6/En’am: 82)

“ALLAH, kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve tıkanık yapar. İşte böylece ALLAH iman etmeyenlerin üstüne pislik (sıkıntı) çökertir. İşte Rabbinin doğru yolu budur.” (6/En’am: 125-126)

“İşte Benim doğru yolum budur. Ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın.” (6/En’am:153)

“De ki: ‘Şüphesiz Rabbim beni, doğru bir yola, dosdoğru bir dine, Hakka yönelen ve müşriklerden olmayan İbrahim’in dinine yöneltti.” (6/En’am: 161)

“Ki onlar (insanları) ALLAH yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir. Onlar, ahireti de inkar edenlerdir.” (7/A’raf: 45)

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, ayetlerimden (onları anlamaktan) uzaklaştıracağım. Onlar, bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler, o yolu tutmazlar fakat sapıklık yolunu görseler, hemen ona saparlar. Bu durum, ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.” (7/A’raf: 146)

“ALLAH, zalimler güruhuna yol göstermez.” (9/Tevbe: 19)

“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kazandığınız mallar, azalmasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden evler; sizin için ALLAH’tan, Peygamberinden ve ALLAH yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, ALLAH emrini getirinceye kadar bekleyin. ALLAH öyle fasıklar güruhunu zorla doğru yola iletmez.” (9/Tevbe: 24)

“ALLAH kullarını selam (esenlik) yurduna (cennet) çağırır ve dilediğini doğru yola iletir.” (10/Yunus: 25)

“Rabbim elbette doğru bir yol üzerindedir.” (11/Hud: 56)

“De ki: ‘İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar, basiret üzere (taklitle değil, delile dayanarak, aklı ve ruhu ikna ederek) ALLAH’a çağırırız.” (12/Yusuf: 108)

“Elif, Lam, Ra. Bu, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, Aziz ve Hamid olan ALLAH’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz Kitap’tır.” (14/İbrahim: 1)

“Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. İnsanları ALLAH’ın yolundan alıkoyarlar ve o yolu eğri büğrü göstermeye çalışırlar. İşte onlar büyük bir sapıklık içindedir.” (14/İbrahim: 3)

“(İblis) Dedi ki: ‘Rabbim! Andolsun beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım ancak Senin ihlasa erdirdiğin kulların hariç! (ALLAH) Buyurdu ki: ‘İşte Bana varan doğru yol budur!” (15/Hicr: 39-41)

“Doğru yolu göstermek ALLAH’a aittir ama yolun eğri olanı da vardır eğer ALLAH dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (16/Nahl: 9)

“ALLAH, şu iki kişiyi de örnek verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür. (Efendisi) Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi bu (zavallı) doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse ile eşit olur mu?” (16/Nahl: 76)

“Kafir olup da (insanları) ALLAH yolundan alıkoyanlar var ya, işte onlara, yapmakta oldukları bozgunculuklardan dolayı azaplarını kat kat arttıracağız.” (16/Nahl: 88)

“Sen Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır.” (16/Nahl: 125)

“Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını, niteliğini, amacını) veren sonra da ona doğru yolu gösterendir.” (20/Ta ha: 50)

“Ve (peygamberlerin) hepsini emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (21/Enbiya: 73)

“Şüphesiz ALLAH, iman edenleri mutlaka doğru yola iletir.” (22/Hac: 54)

“Ahirete inanmayanlar ısrarla yoldan sapıyorlar.” (23/Mü’minun, 73)

“O gün zalim ellerini ısıracak: ‘Eyvah!’ diyecektir. “Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım.” (25/Furkan: 27)

“Kafirler, Mü’minlere: ‘Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı da biz yüklenelim’ derler. Oysa onların hiçbir günahını yüklenecek değillerdir. Onlar açıkça yalancıdırlar.” (29/Ankebut: 12)

“Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince… Elbette biz onlara Kendi yollarımızı gösteririz.” (29/Ankebut: 69)

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce (halkı) ALLAH yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için laf eğlencesi satın alırlar. İşte onlar için zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (31/Lokman: 6)

“Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilirler ve onun Aziz ve Hamid olan ALLAH’ın yoluna ilettiğini görürler.” (34/Sebe: 6)

“Ey Ademoğulları! Ben size: ‘şeytana tapmayın çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır’ demedim mi? (Ve demedim mi?): ‘Sadece Bana kulluk edin! Çünkü dosdoğru yol budur.” (36/Yasin: 60-61)

“Dileseydik gözlerini büsbütün kör ederdik. O zaman doğru yolu bulmaya koşuşurlar ama nasıl görürlerdi?” (36/Yasin, 66)

“Ben Rabbime gidiyorum. O, bana yolunu gösterir.” (37Saffat: 99)

“Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mabede tırmanıp, Davud’un yanına girmişlerdi de, Davud onlardan ürkmüştü. Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız. Aramızda adaletle hükmet! Haksızlık etme! Bize doğru yolu göster!’ dediler.” (38/Sad: 21-22)

“ALLAH yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık, çetin bir azap vardır.” (38/Sad: 26)

“Biz, onu (Kur’an) kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen (Hz. Muhammed) doğru yolu göstermektesin. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan ALLAH’ın yolunu…” (42/Şura: 52-53)

“Kim Rahman’ın zikrinden uzak durursa, Biz ona bir şeytan sardırırız, artık o, ona arkadaş olur. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (43/Zuhruf: 36-37)

“Doğru yola girenlere gelince, ALLAH onların hidayetini arttırmış, (günahlarından) nasıl sakınacaklarını ilham etmiştir.” (47/Muhammed: 17)

“ALLAH, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar ve sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.” (48/Fetih: 2)

“Onlar (Hz. Musa’nın halkının bir kısmı) yoldan sapınca, ALLAH da onların kalplerini saptırmıştı. ALLAH fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez.” (61/Saff: 5)

“Ona iki yolu (doğruyu ve eğriyi) göstermedik mi?” (90/Beled:10)

AYETİ TEFSİR EDEN HADİSLER:

“ALLAH ‘doğru yol’a bir örnek verdi: O yolun iki yanında surlar vardır. Onlarda da açık kapılar vardır. Kapıların üzerinde indirilmiş perdeler vardır.  Sırat’ın kapısında da bir davetçi vardır: Ey insanlar, hep birlikte yola girin, eğrilmeyin’ der. Bir davetçi daha vardır, o da Sırat’ın üstünden davet eder. Bir insan o kapılardan birini açmak istediği zaman: ‘Sakın onu açma, eğer onu açarsan içine düşersin’, der. İşte o yol İslam’dır. Surlar ALLAH’ın koyduğu hudutlardır. Açık kapılar ALLAH’ın haramlarıdır. Yolun başındaki o davetçi ALLAH’ın Kitabı’dır. Yolun üstündeki davetçi de her Müslüman’ın kalbindeki ALLAH vaizidir (vicdanıdır).” (İbn Ebi Hatim, Tefsir, 1/30)

“Abdullah ibn Mes’ud rivayet ediyor: ‘Hz. Peygamber (SAV) eliyle bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: Bu, ALLAH’ın yoludur. Sonra onun sağ ve soluna bir takım başka çizgiler çizerek sözünü şöyle sürdürdü: Bunlar da başka yollardır. Her yol üzerinde insanları o yola çağıran bir şeytan bulunur. Daha sonra da şu ayeti okudu: ‘İşte Benim doğru yolum budur. Ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın.’ (6/En’am: 153) (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4142)

Bütün Olarak Ayetin Temel Anlamı:

“Ebu Bekr es-Sıddık (ALLAH Ondan Razı Olsun) bu ayeti akşam namazının üçüncü rekatinde Fatiha’dan sonra gizlice okurdu. Öyleyse, ‘Bizi doğru yola ilet’ demenin anlamı, bizi buna devam ettir, bizi bundan saptırma, demektir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 78)

“Abdullah bin Mes’ud şöyle demiştir: Doğru yol, Resulullah (SAV)’in bize bıraktığı şeydir.” (Taberani’den aktaran İbn Kesir,  İbn Kesir Tefsiri, 1, 78)

“Sen bizi doğru yolda kararlı olmaya muvaffak kıl. O yolda yürümekte bize başarı ihsan et. (…)  Bu ayette kula, Rabbine itaat etmekte kararlı olmaya muvaffak kılınmasını, istemesi emredilmektedir.” (Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 86)

“Ayetlerde geçen ‘doğru yol (sırat-ı müstakim)’ insanın, ALLAH’dan başka her şeyden yüz çevirmiş; bütün kalbi, fikri ve zikriyle ALLAH’a yönelmiş olmasıdır. Buna göre ‘Bizi doğru yola ilet’ ifadesinden kulun maksadı, onu ALLAH’ın söz edilen nitelikteki ‘doğru yola’ iletmesidir. Bunun örneği şudur: Kul öyle bir hale gelmelidir ki, eğer Cenab-ı Hakk ona ‘çocuğunu keseceksin’ dese, Hz. İbrahim’in yaptığı gibi, derhal itaat etmelidir. Kendisini başkasının kesmesini emrettiğinde, Hz. İsmail’in yaptığı gibi, boyun eğmelidir. Yine kendisine, kendini denize atmasını emrettiğinde, Yunus’un (ALLAH’ın Selamı Üzerine Olsun) yaptığı gibi, ALLAH’ın emrine uymalıdır. En üst makamlara erişmesinden sonra, kendisinden daha bilgili kimseye talebe olmasını emrettiğinde, Hz. Musa’nın Hızır’la yaptığı gibi, o emre uymalıdır. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiyi emretme, kötüyü yasaklama) konusunda ölüme, iki parçaya bölünmeye, sabretmesini emrettiğinde, Hz. Yahya ve Zekeriyya’nın yaptıkları gibi, itaat etmelidir. Bütün bunlara göre kulun, ‘Bizi doğru yola ilet’ demesinden maksadı, musibetlere sabretme ve bela geldiğinde de bırakıp kaçmayıp sebat etmek konusunda peygamberlere uymaktır.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 355)

“Daha önce Yüce ALLAH övüldüğü için arkasından bir şey istemek uygun düşmüştür. Nitekim: ‘Yarısı Benim, yarısı da kulumundur. Kuluma da istediği vardır’ demiştir. İsteyen kimsenin göstereceği en iyi durum budur; istenen kimseyi övmek; arkasından kendini ve Mü’min kardeşlerinin ihtiyacını dile getirmektir; o da: ‘Bizi doğru yola ilet’ cümlesidir. Böyle yaparsa ihtiyacı daha iyi görülmüş ve dileğine cevap verilmiş olur. Bunun içindir ki Yüce ALLAH bu yolu göstermiştir. Çünkü bu en mükemmelidir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 75)

“Doğru yol (sırat-ı müstakim)’ ifadesi, hak din olan İslam dini yerine istiare olarak gelmiştir. Din, sırat diye adlandırılmıştır çünkü öğrenci ve isteyici mevkiinde bulunan kulun, mutlaka mesafeler alması, birçok sıkıntılardan geçmesi, birçok afetlere katlanması icab ediyor. Böylece önceden eline geçiremediği ve kaçırdığı fırsatları değerlendirerek ikrama erişmiş olur.” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 45)

“Bizi doğru yola ilet’ Hidayet (doğru yola iletilme) kavramının anlamı, “sırat=yol” kelimesini açıklarken açıklık kazanacaktır. Sırat, tarik ve sebil, anlam olarak birbirine yakın kavramlardır. Yüce ALLAH, ‘sırat’ı (yolu) ‘müstakim’ (doğru) olmakla nitelendiriyor sonra bunun ALLAH’ın nimet verdiği kimselerin izlediği yol olduğunu açıklıyor. Şu halde niteliği bu olan ve kulların iletilme (hidayet) isteğine konu olan yol, ibadetin hedefidir yani kul, Rabbinden istiyor ki, kulluğu sırf bu yolun sınırları içinde kalsın.

Bunun açıklaması şöyledir: Yüce ALLAH, Kitabı’nda insan türü için, daha doğrusu tüm varlıklar için, Kendisine doğru yol alırlarken izleyecekleri yolu belirlemiştir. Yüce ALLAH bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor: ‘Ey insan! Şüphe yok ki sen, Rabbine kavuşuncaya kadar didinip duracaksın.’ (84/İnşikak: 6) ; ‘Dönüş ancak O’nadır’ (64/Tegabün: 3) ; ‘Dikkat edin bütün işler sonunda ALLAH’a döner’ (42/Şura: 53) Bunun gibi daha birçok ayet açıkça gösteriyor ki tüm varlıklar, bir yolu kat etmekte ve Yüce ALLAH’a doğru yol almaktadırlar.

Sonra şu gerçeği ortaya koymuştur: Tek bir özelliğe sahip tek bir yol söz konusu değildir. Yol, ikiye ayrılmaktadır. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyuruyor: ‘Ey Ademoğulları! Ben size: ‘şeytana tapmayın çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır’ demedim mi? (Ve demedim mi?): ‘Sadece Bana kulluk edin! Çünkü dosdoğru yol budur.’ (36/Yasin: 60-61)

Şu halde bir doğru yol var bir de onun ötesinde başka bir yol. Bir ayette şöyle buyuruluyor: ‘Eğer kullarım Beni senden sorarlarsa, bilsinler ki Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm. O halde onlar da Benim emrime uysunlar ve Bana iman etsinler ki doğru yola gidebilsinler.’ (2/Bakara: 186) Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: ‘Bana dua edin, size karşılık vereyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak Cehenneme gireceklerdir.’ (40/Mü’min: 60) Böylece Yüce ALLAH Kendisinin kullarına yakın olduğunu ve Kendisine en yakın yolun Kendisine yönelik ibadet ve dua yolu olduğunu açıklamıştır. Sonra inanmayanları nitelendirirken de şöyle buyurmuştur: ‘Onlara uzak bir yerden bağırılıyor’ (41/Fussilet: 44) Burada inanmayanların izledikleri yolun hedefe çok uzak olduğu belirtilmiştir.

(…)

Bir başka yol ayrılığı daha var ki, Yüce ALLAH şu ayette ona işaret etmektedir: ‘Bizim ayetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeye tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar deve iğne deliğinden içeri girinceye kadar Cennet’e giremeyeceklerdir. Suçluları işte böyle cezalandırırız!’ (7/A’raf: 40) Hiç kuşkusuz, yolcuların yürüdükleri bir yol olmasaydı, kapı bir anlam ifade etmezdi. Şu halde aşağıdan yukarıya doğru giden bir yol vardır.

Yüce ALLAH, bir başka ayette de şöyle buyuruyor: ‘Kimin üstüne gazabım inerse o, uçuruma gider.’ (20/Taha: 81) İfadenin orijinalinde geçen ‘heva’ fiili, aşağı doğru düşmek anlamının ifade eder. Şu halde, bir de aşağıya doğru yuvarlanırken de izlenen bir yol vardır. Sonra Yüce ALLAH şöyle buyuruyor: ‘Kim küfrü imanla değiştirirse, şüphesiz, düz yolun artasında sapıtmıştır.’ (2/Bakara: 108) Burada Yüce ALLAH sapıtmıştır ‘diyerek’ doğru yoldan ayrılmayı şirk olarak nitelendirmiştir. (Muhammed Hüseyn Tabatabai, El-Mizan, 1, 66)

Doğru Yola İletilmek  ya da Hidayet Ne Demektir?

“Te’vilat-ı Necmiyye’de, hidayet üç bölüme ayrılmıştır:

Birincisi: Genel, yani tüm canlıların kendileri için yararlı olan şeyi almaları ve zararlı şeyleri bırakmaları anlamındaki hidayet. Nitekim şu ayetle buna işaret ediliyor: ‘Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını, niteliğini, amacını) veren sonra da ona doğru yolu gösterendir.’ (20/Ta ha: 50) ‘Ona iki yolu (doğruyu ve eğriyi) göstermedik mi?’ (90/Beled: 10)

İkincisi: Seçkinler (havas) in hidayeti, yani, Mü’minlerin Cennet’e yöneltilmesiyle ilgili hidayet. Buna şu ayetle işaret ediliyor: ‘İman edip salih amel işleyenlere (İslam’ı yaşayanlara) gelince, imanları nedeniyle Rableri onları (hidayete) yönlendirir.” (10/Yunus: 9)

Üçüncüsü: En seçkin kimselere ait hidayet. Bu, gerçek anlamda insanı ALLAH’a yönelten hidayettir. Nitekim şu ayetle buna işaret edilmiştir: ‘De ki: Doğru yol ancak ALLAH’ın yoludur.’ (2/Bakara: 120) ‘Ben Rabbime gidiyorum. O, bana yolunu gösterir.” (37/Saffat: 99)

Burada belirtilmek istenen şudur: ‘Ben, seni fazlım ve lütfumla yarattım. Yardımlarımın çekiciliği ve hidayet nurumla Bana yönelmen sayesinde, sana doğru yolu gösterdim. Ben seni bir nur kıldım. Senin elinle kullarımdan dilediklerimi doğru yola ilettim. Kim sana uyar ve senin hoşnutluğuna koşarsa, onları beşer varlığının karanlıklarından kurtarır, ruhani olan varlık nuruna erdirirsin ve onları doğru yola iletirsin.’ Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur: ‘Gerçekten size ALLAH’tan bir nur, apaçık bir Kitap geldi. ALLAH, onunla, rızasını isteyenleri kurtuluş yollarına götürür. Onları, izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir.” (5/Maide: 15-16) (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 47)

“Her şeyi yaratmış ve hidayet etmiştir’ manasında bulunan ‘Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını, niteliğini, amacını) veren sonra da ona doğru yolu gösterendir.” (20/Taha: 50) ayeti hükmünce, iç ve dış duygular, iç ve dış deliller, insanın kendi varlığında taşıdığı kanıtlar; peygamberlerin gönderilmesiyle, kitapların indirilmesi gibi aracılar açısından da hidayetin sahip olduğu anlamlar çeşitlenir.

Uyarı: En büyük hidayet, örtünün kaldırılmasıyla hakkı hak, batılı batıl göstermektir.

‘Doğru yol (sırat-ı müstakim)’, yiğitlik, iffet ve hikmetin biraraya gelmesinden ortaya çıkan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:

Değişim, başkalaşım ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde yerleşmiş olan ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet meydana getirilmiştir. Bu kuvvetlerin,

Birincisi, gerekli ve yararlı şeyleri elde edebilmek için hayvani şehvetler kuvveti,

İkincisi, zararlı şeyleri savuşturmak için gazab ve öfke kuvveti,

Üçüncüsü, yararı ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt etmek için akıl kuvvetidir.

Gerçi, insandaki bu kuvvetlere şeriat tarafından bir sınır ve bir son belirlenmişse de, fıtrat (insan doğası) tarafından böyle bir belirleme yapılmadığı için, bu kuvvetlerin her birisi, ‘aşırı, orta ve yetersiz’ olmak üzere üç mertebeye ayrılırlar.

Örneğin, şehvet kuvvetinin yetersiz mertebesi iktidarsızlıktır ki, ne helale ve ne de harama şehveti, isteği yoktur. Aşırı mertebesi azgınlıktır ki, namusları ve ırzları çiğnemeyi bile arzu eder. Orta mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.

Uyarı: Şehvet kuvvetinin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi ayrıntılarında da bu üç mertebe mevcuttur.

Ve aynı biçimde, öfke ve gazab kuvvetinin yetersiz mertebesi, ürkekliktir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. Aşırı mertebesi gözü karalıktır ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün diktatörlükler, baskılar, zulümler bu mertebenin ürünüdür. Orta mertebesi ise yiğitliktir ki, dini ve dünyevi hakları için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Uyarı: Bu öfke ve gazab kuvvetinin ayrıntılarında da şu üç mertebenin yeri vardır.

Ve aynı biçimde, akıl kuvvetinin yetersiz mertebesi aptallıktır ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. Aşırı mertebesi aldatıcılıktır ki, hakkı batıl, batılı hak şeklinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya sahip olur. Orta mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, uyar; batılı batıl bilir, uzak durur.

(…)

Kısacası: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Doğru yol (sırat-ı müstakimden) kastedilen şu üç mertebedir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1163)

Hidayetin Çeşitleri Nelerdir?

“Acaba ayette söz konusu edilen hidayet, doğru yolu gösterme midir, yoksa hidayete erdirme midir?

Öncelikle hidayet dörde ayrılır:

a- Genel Hidayet: Bu hidayet türü, ‘Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını, niteliğini, amacını) veren sonra da doğru yolu gösterendir’ (20/Taha: 50) ayetinde söz konusu edilmekte ve tüm yaratılmışları içine almaktadır. Bu ayetin anlamı şudur: ALLAH, her şeye ve her organa, başka bir şeyle karışmayacak kendine özgü bir şekil ve yaratılış vermiş, daha sonra da onu yaratmış olduğu işlere, yani yaratılışına uygun işlere yöneltmiştir. İradesiyle hareket etme yeteneğine sahip olan canlıların hidayeti, faydalı olan şeyleri yapıp zararlı olan şeylerden kaçınma içgüdüsüne sahip kılınmalarıdır. İnsanların faydasına sunulmuş olan cansız varlıkların hidayeti ise, yaratılış amaçlarına uygun olmalarıdır. Nasıl ki – tür ve şekilleri ne kadar değişirse değişsin – canlı türleri kendilerine uygun şeye yöneltilmişse, cansız varlıklar da amaçlarına uygun yaratılmışlardır. Organlar da böyledir. Onlar da amaçlarına uygun olarak yaratılmışlardır. Ayaklar yürümek için, eller tutmak ve iş yapmak için, dil konuşmak, kulak dinlemek, göz görmek içindir. ALLAH, her canlı türünü eşleri ile birleşmeye ve neslini devam ettirmeye, yeni doğan nesillerini de anasını emip canlılığını sürdürmeye yönlendirmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın, hidayetin bir türü olan bu yönlendirmelerinin mertebelerini ancak Kendisi bilir. Alemlerin Rabbi olan ALLAH’ın şanı çok yücedir. O, bal arısını da dağlardan, ağaçlardan ve binalardan evler edinmeye, sonra da Rabbinin kolaylaştırdığı yolları takip etmeye, edindiği evlerde barınmaya, şefine itaat edip her emrine uymaya, sağlam ve hayranlık uyandıran harikulade evler yapmaya yönlendirmiştir. Kainat üstünde bulunan ALLAH’ın hidayetini düşünen kimse O’nun, Kendinden başka ilah olmayan, açığı da gizliyi de bilen güç ve hikmet sahibi ALLAH olduğuna şahitlik eder. Bunun yanısıra, idrak ettiği bu hidayet sayesinde, şüpheye hiç meydan vermeyecek şekilde nübüvvetin varlığına da kolaylıkla ve derhal ulaşabilir çünkü bal arıları gibi canlıları amaçsız yaratmayan ve başı boş bırakmayan, akıl sahiplerinin bile aciz kalacağı bir şekilde yönlendiren ALLAH’ın, bütün yarattıklarına üstün tuttuğu, tüm varlıkların özü olan insan türünü başı boş bırakması, gayelerin en üstününe ve mükemmellik derecelerinin en yücesine yönelterek onu emir ve yasaklardan sorumlu tutmaması ve buna göre mükafatlandırıp, cezalandırmaması nasıl düşünülebilir? Bu, O’nun hikmetine ters olmaz mı? Şüphesiz böyle bir şeyi O’na dayandırmak O’nun yüceliğine yaraşmaz. Bu sebeple böyle bir iddiada bulunan kimseyi yadırgamış ve Kendisini böyle bir şeyden tenzih ederek bunun mümkün olmayacağını belirtmiştir.

Cenab-ı Hakk bu konuda şöyle buyurmuştur: ‘Bizim sizi boşuna yarattığımızı, Bizim huzurumuza dönüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak hakim ve Hakk olan ALLAH yüce, çok yücedir.’ (23/Mü’minun:115-116) Görüldüğü gibi Yüce ALLAH, insanın başı boş yaratılması iddiasını reddederek Kendisini böyle bir şey yapmaktan tenzih etmiştir. Bu, böyle bir düşüncenin, sağduyuya ve bozulmamış bir yaratılışa sahip olan kimselere göre de temelsiz olduğunu gösterir. Bu, aynı zamanda ahiretin akli delillerinden biridir. Böylece bu konuda, hem akli hem de dini delil birleşmiş olmaktadır. Bunu idrak eden kimse şu iki ayetin peşpeşe geliş sırrını da çözer: ‘O’na Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?’ dediler. De ki: ‘Şüphesiz ALLAH bir mucize indirmeye kadirdir fakat onların çoğu bunu bilmezler.’ Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı varlık ve kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet (toplum) olmasınlar. Biz Kitab da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra hesap için Rablerinin huzuruna toplanacaklar.’ (6/En’am: 37-38) Görüldüğü üzere, mucize istenmelerine karşılık verilirken nübüvvetin delillendirilmesine işaret edilerek, yeryüzündeki hiçbir canlıyı ve gökte uçan kuşu ihmal etmeyen, aksine onların her birini birer ümmet yapıp gaye ve maksadına uygun amaçlara yönlendiren ALLAH’ın, insanı mükemmele ve faydalı olana yönlendirmemesinin imkansız olduğuna işaret edildi. Hidayet türlerinin en geniş olanı budur.

b- Açıklamak ve Yol Göstermek: Hidayetin bu türü, hayır ve şer, kurtuluş ve helak yollarının tarif edilmesinden ibarettir. Dolayısıyla bununla hidayet tam olarak gerçekleşmiş olmaz. Yalnızca hidayetin oluşması için gereken şart ve yollar ortaya konulmuş olur. Şu ayet-i kerimede bunu apaçık görmekteyiz: ‘Semud’a gelince, onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler.’ (41/Fussilet: 17) Bu ayetin anlamı şudur: Biz onlara doğru yolu açıkladık, rehberlik ettik ve yol gösterdik, fakat onlar Bizim gösterdiğimiz yola gitmediler. Şu ayet-i kerimedeki hidayet te bu anlamdadır: ‘Şüphesiz ki sen, doğru yolu göstermektesin.’ (42/Şura: 52)

c- Tevfik (Doğruya Ulaştırma) ve Doğruyu İlham Etme Hidayeti: Doğru yolu bulmayı gerektiren hidayet türü budur. Şu ayet-i kerimelerde zikredilen hidayet türü de bu kapsamdadır: ‘ALLAH, dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir.’ (35/Fatır: 8) ; ‘Sen onların doğru yola gelmelerini ne kadar istesen de ALLAH, saptırdığı kimseleri (dilemezse) doğru yola erdirmez.’ (16/Nahl: 37) Peygamber de şu sözünde aynı anlamdaki hidayeti kullanmaktadır: ‘ALLAH’ın hidayete erdirdiğini saptıracak yoktur. ALLAH’ın saptırdığını da hidayete erdirecek yoktur.’ Şu ayet-i kerimede de aynı hidayet söz konusudur: ‘Doğrusu sen sevdiğini doğru yola iletemezsin.’ (28/Kasas: 56) Cenab-ı Hakk, doğru yola eriştirme anlamındaki hidayeti Hz. Peygambere vermediğini belirtirken, açıklama ve davet anlamındaki hidayeti ise verdiğini bildirmiştir: ‘Şüphesiz ki sen, doğru yolu göstermektesin’ (42/Şura: 52)

d- Cennet ve Cehennem Halkını Cennet ve Cehenneme Sevk Etmek: Hidayetin bu türü bir önceki şıkta söz konusu edilen hidayetin amacıdır. Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: ‘İman edip salih amel işleyenlere (İslam’ı yaşayanlara) gelince; imanları nedeniyle Rableri onları (varacakları yere) yönlendirir. Naim Cennetlerinde (ayaklarının) altından nehirler akar.’ (10/Yunus: 9) Cennet halkı orada: ‘Hamdolsun bizi bu Cennet’e eriştiren ALLAH’a’ (7/A’raf: 43) Cenab-ı Hakk, Cehennem halkı hakkında da şöyle buyurmaktadır: ‘Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve taptıklarını! ALLAH’tan başka… Cehennemin yolunu gösterin onlara!’ (37/Saffat: 22-23) bu durum göz önüne alınınca, ‘Bizi doğru yola ilet’ duasında istenen hidayetin özellikle b ve c maddelerindeki hidayeti kapsadığı anlaşılır. Onlar da hidayetin gösterilip tarif edilmesi ve onun ilham edilip muvaffak kılınmasıdır.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Yol gösterme, tarif etme ve doğrunun ilham edilip muvaffak kılınması nasıl istenebilir? Zaten bu istekte bulunan kimse doğru yoldadır.

Buna, ‘Bu dua ile hidayetin devamlılığı istenmektedir’ şeklinde cevap verenler olmuştur. Ancak bize göre bu yeterli bir cevap değildir. Çünkü nasıl kökü olmayan dal, kendisini taşıyacak ağaç bulunmayan meyve bir işe yaramazsa bu kişinin verdiği cevap da bir işe yaramaz. Biz, bu sorunun, üzerinde daha fazla durulması gereken daha büyük bir öneme sahip olduğu kanaatindeyiz. ALLAH’ın yardımıyla bunu gerektiği gibi de açıklayacağız: Öncelikle hidayetin, tam manasıyla ve istenildiği gibi gerçekleşmesi için kulun şu altı hususa sahip olması gereklidir:

1- Yaptığı ve yapmadığı tüm davranışlar hakkında bilgi sahibi olması ve ALLAH’a sevimli ve hoş gelen şeyleri yapıp, ALLAH’ın hoşlanmadığı ve gazab ettiği şeylerden kaçınması. Kulun bu konudaki bilgi ve marifeti ne kadar eksikse, hidayeti de o derece eksik olur.

2- ALLAH’ın sevdiği her şeyi yapmayı dilemesi ve buna azmetmesi, ALLAH’ın yasakladığı her şeyi de terk etmek isteyip, aklına her hangi bir yasak geldikten sonra onu terk etmeye azmetmesi. Kul, bu konuda irade zaafı içinde olursa hidayeti de bu zaaf oranında eksik olur.

3- Yukarıdaki maddede dile getirildiği gibi dileyip azmettikten sonra fiili olarak da ALLAH’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınması. Eğer fiiliyatta bir eksiklik olursa, o oranda hidayette de eksiklik olur.

Bu üç madde hidayetin temellerini oluşturur. Bundan sonra gelecek olan üç madde ise hidayeti tamamlar ve kemale erdirir.

4- Kulun genel olarak iletilip te detaylarına ulaşamadığı konular olabilir. Kul, bu durumda, bu konuların detaylarına yöneltilmeye (hidayet edilmeye) muhtaçtır.

5- Kulun bir açıdan vakıf kılınıp da başka bir açıdan vakıf kılınmadığı hususlar bulunabilir. Kul, bu durumda, vakıf kılınmadığı hususlarda hidayete muhtaçtır. Hidayeti ancak bu şekilde tamamlanıp mükemmelleşir.

6- Kul, hidayetin kapsamına dahil olan konulara her açıdan ve detaylarıyla vakıf kılınabilir. Kul, bu durumda da, hidayetin devamlılığına muhtaçtır.

Bu altı maddenin hepsi, kulun emir ve yasaklara uyma hususundaki azmiyle ilgilidir. Bunlara bir madde daha eklenebilir. O da kulun işlediği ve doğru yola uygun olmayan hatalı davranışlardır. O, bunlardan dolayı tevbe ederek telafiye ve doğru yola yönelmeye muhtaçtır.

Ancak bu maddeler gerçekleşince, ‘Hidayette olunduğu halde hidayet nasıl istenir?’ sorusuna şöyle cevap verilir: Bu altı maddeyi fiili olarak gerçekleştiren kulun hidayeti istemesinden maksat, hidayetin devamlı olmasıdır ancak, bilmediği hususlar, bildiklerinden kat kat fazla olan, iyiliğini isteme hususunda irade zaafı içinde bulunan ve iyiliği işlemek için ALLAH’ın kendisine yapabilme gücü vermesine muhtaç olan kulun istediği hidayet ise, hidayetin öğretilmesi, hidayete erdirilmek, hidayeti isteme güç ve kudretinin yaratılması ve hidayette devamlı kılınmasıdır. Böylece ortaya çıkar ki, hidayetin aslının ve detaylarının, bilgi, uygulama ve devamlılık yönünden ölüme kadar istenmesi en zaruri ihtiyaçtır. Bunun sebebi, kulun her vakitte, yaptığı ve yapmadığı temel ve detay tüm hususlarda hidayete ve onun sürekliliğine muhtaç olmasıdır. O, devamlı hidayetle ilgili bilgisini de artırma ihtiyacı içindedir. Dolayısıyla onun için hidayeti istemekten daha faydalı bir şey yoktur.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 137)

“Hidayet” Kavramı Kur’an’da Dört Anlamda Kullanılmıştır :

“Ragıb el-İsfahani’nin (ö. 502/1108) tetkikine göre, ALLAH’ın insanı hidayeti, Kur’an’da dört ayrı anlamda kullanılmıştır.

1- İbadet etmekle sorumlu olan herkesi kapsamak üzere, ALLAH’ın, akıl, anlayış ve temel bilgileri, yetenekleri vermesi (Bu kısma, ibadetle sorumlu insanların dışındaki bütün yaratıkların varlıklarını ve yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli yaşama unsurlarını vermesini de katmak gerekir). Örneğin: ‘Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını, niteliğini, amacını) veren sonra da ona doğru yolu gösterendir.’ (20/Taha: 50) ayetinde bu birinci anlam vardır.

2- Yüce ALLAH’ın, insanları, peygamberlerinin diliyle çağırdığı hidayet. Örneğin: ‘Ve hepsini emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.’ (21/Enbiya: 73) ayetinde olduğu gibi.

3- Peygamberlerle gönderilen bu hidayeti kabul edene ALLAH’ın mahsus kıldığı ‘Tevfik’ (yardım) hidayeti. ‘Doğru yola girenlere gelince, ALLAH onların hidayetini arttırmış…’ (47/Muhammed: 17) veya: ‘ALLAH Kendi izniyle iman edenlere, onların üzerinde anlaşmazlığa düştükleri gerçeği gösterdi.’ (2/Bakara: 213) ayetlerinde bu mana vardır.

4- Ahirette Cennet’in yoluna hidayet etmesi. Örneğin: ‘Hamdolsun bizi bu Cennet’e eriştiren ALLAH’a… ALLAH bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik.’ (7/A’raf: 43) ayetinde bu mana vardır.

Bu mertebelerden bir sonra gelen, bir öncekini gerektirir ve ona dayanır, fakat önceki mertebe bir sonrakini gerektirmez.” (Ragıb el-İsfahani, Müfredat, 538-539’dan aktaran Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am Surelerinin Tefsiri, 29)

Her İnsana Verilen Dört Temel Hidayet Unsuru:

“Yüce ALLAH, dünya hayatında her insana birbirinden üstün dört ilahi hidayet vermiştir. Bunlar, ‘Fıtri Din, Akıl, Peygamber ve Kitap’tır. Bunlardan ilk ikisi, istisnasız, her insanda vardır ve fıtridir; son ikisiyse, yetişkin her insanın, ancak fıtri olan ilk iki hidayeti; özellikle aklını kullanması sonucu kendi hür iradesi ve tercihi ile erişebileceği ilahi yol göstericilerdir.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 34)

Ayette Çoğul Kullanılmasının Hikmeti:

“Yüce ALLAH sanki şöyle demiştir: ‘Ey kulum, Fatiha Suresi’nin başında ‘Hamd ALLAH’a mahsustur’ deyip de ‘ALLAH’ hamd ederim’ demeyen sen değil miydin?’ ‘Hamd ALLAH’a mahsustur’ diyerek, sen önce, bütün hamd edenlerin hamdini dile getirdin. Aynı şekilde dua ederken de onları duana kat da ‘ihdina (bizim hepimize hidayet et)’ de.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 358)

Zaten Elde Bulunanı Yeniden İstemenin Anlamı?

“Soru: Doğru yoldan maksat İslam’dır. İslam, doğru yolda olanlara mahsustur. Var olanı ve elde edilmiş bulunanı tekrar dilemenin hikmeti nedir?

Cevap: Doğru yol, sahibini arzu ettiğine ulaştıran şeydir. Kulun arzu ettiği yolun kendisi değil, o yolun üzerinde sürekli olarak kalmasını sağlayacak sebeplerdir.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 53)

Kulun Aczine ve ALLAH’ın Kudretine İşaret:

“Bizi doğru yola ilet” ayeti, kulun mutluluğunun sadece doğru yolda devam etmesi ile mümkün olduğunu ve bunun da ancak Rabbinin hidayeti sayesinde olduğunu, açıklar. Bu ayet, ALLAH’ın yardımı olmadan kulun ibadet edemeyeceğini belirtmektedir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 9)

Doğru Yol, Tek; Sapık Yollar ise Sonsuz Sayıdadır:

“Fatiha Suresi’nde ‘doğru yol’ tekil kullanılmıştır. Bu durum, onun hem belli ve özel bir yol olduğuna hem de tek bir yol olduğuna işaret eder. Halbuki gazaba uğrayanların ve sapıkların yollarını Yüce ALLAH çoğul olarak zikretmekte ve Kendi yolundan ayırmaktadır. Örneğin şu ayette bu durumu açıkça görebiliriz: ‘İşte Benim doğru yolum budur. Ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın.” (6/En’am: 153) Görüldüğü gibi Yüce ALLAH, Kendi yolunu tekil, ona aykırı olan diğer yolları ise çoğul olarak zikretmiştir. Nitekim İbn Mes’ud’dan nakledilen şu hadis bizim söylediğimizle paralellik arz etmektedir: ‘Hz. Peygamber (SAV) eliyle bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: Bu, ALLAH’ın yoludur. Sonra onun sağ ve soluna bir takım başka çizgiler çizerek sözünü şöyle sürdürdü: Bunlar da başka yollardır. Her yol üzerinde insanları o yola çağıran bir şeytan bulunur. Daha sonra da şu ayeti okudu: ‘İşte Benim doğru yolum budur. Ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın.’ (6/En’am: 153)  ALLAH’ın yolunun tekil kullanılmasının sebebi ALLAH’a ulaştıran yolun tek olmasındandır. O da ALLAH’ın peygamberlerini gönderdiği ve kitaplarını indirdiği yoldur. Bir kimse ancak bu yolu takip ederek O’na ulaşabilir. (…) Mücahid de ‘Hak, ALLAH’a ulaşır hiçbir yöne sapmaz’ demiştir” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 20)

Neden Özellikle ‘Doğru Yol’ (Sırat-ı Müstakim) İfadesi ?

“Bazı müfessirler, ‘es-Sırata’l-Müstakim’ ibaresinin takdirinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: ‘Bizi kendilerine nimet verdiğin insanların yoluna ilet! Bize kısa bir müddet önce yaşayan insanlar ne Müslümandılar  ne de onların Kur’an’ları vardı.’ Cenab-ı Hakk’ın bu ibarede kullandığı ‘es-Sırat’ lafzı Cehennem köprüsünü hatırlatmaktadır. ‘es-Sebil’ ve ‘et-Tarik’ gibi lafızlar da aynı anlamlarda kullanılmasına rağmen Yüce ALLAH bu ibarede özellikle ‘Sırat’ kelimesini seçmiştir. İşte insan bu kelimeden dolayı kendisini çok daha fazla bir korku ve ürperme içerisinde hissetmektedir.” (Muhammed Fatih Kesler, Fatiha Tefsiri, 132)

 “Sırat-ı müstakim’, hakkında Kitap ve Sünnet’ ten delil bulunan, bid’atin etki edemediği ve yol bulamadığı, tevhid delillerinin doğruluğuna tanıklık ettiği, tahkik şahitlerinin dikkat çektiği, ümmetin selefinin üzerinde yürüdüğü, ibret delillerinin doğruluğunu dile getirdiği, izleyicisi nefsin arzularına karşı çıkan, kast edeni haklarından kendi isteği ile vazgeçebilen, izleyicisini tevhid alanına taşıyan, kendi çabasının sonucu olduğunu sanmaması için sahibine ilahi lütuf ve cömertliği gösteren şeydir.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 30)

“Sırat (doğru yol), eğriliği ve sapması olmadan varlığını sürdüren, içinde çelişkiler bulunmayan manevi bir yoldur. Bu yoldan ayrılmayan Fatiha’da anlatılan lütuflara mazhar olur.” (Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 46)

Kulun ALLAH’tan En Önemli İsteği :

“ALLAH’ın doğru yola iletmesini istemek taleplerin en yücesi ve ihsanların en şereflisidir. Bu sebeple Yüce ALLAH kullarına bunu isteme usulünü öğretmiştir. Buna göre, bu istekte bulunmadan önce O’nun bütün övgülere layık olduğunu, şanının yüce olduğunu belirterek ve sadece O’na kul olduklarını arz ederek bir giriş yapmalarını emretmiştir. Bu iki konu talepleri için bir vesile gibidir. Birinde ALLAH’ın isim ve sıfatları, diğerinde ise O’na tapınma vesile kılınmaktadır. Bu iki vesilede neredeyse hiç dua ve talep yer almaz. (…) Bunlardan biri hamd ve sena ile yapılan vesile, diğeri ise tevhid ve kulluğun belirtilmesiyle yapılan vesiledir. Daha sonra taleplerin en önemlisi olan hidayet istenir. Bu vesilelere müracaat ederek dua eden kişi karşılık verilmeye layık hale gelir.” (İbn Kayyim El-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 29)

“Gerçekten, yol nimeti nimetlerin en büyüğüdür çünkü herhangi bir nimetin yoluna kanununa ulaşmış olmak o nimete bir kere değil sürekli ulaşma sonucunu doğurur. İlim ve tekniklerin önemi de bundandır. Birisinden on liralık bir yardım istemekle, hep on lira getirecek bir yol, bunu sağlayacak bir vesile istemek arasında ne kadar fark vardır! Yüce ALLAH’tan: ‘Ya Rab! Bana yardım et de filan nimeti ver’ diye dua ve yardım talebinde bulunmak pek küçük bir istek olur; dahası: ‘Her nimeti ver’ demek bile böyledir çünkü bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her zaman devam ve sürekliliği sağlanmış olmaz fakat: ‘Falan nimetin yolunu bahşeyle ve o yolda sebat nasip eyle’ diye istek ve araştırmada bulunacak olursa bu dua kabul olunduğu zaman o nimet bir kere değil, bin kere ve sonsuza değin elde edilmiş olur. Yolun en büyüğü de ALLAH’ın yardımının geliş yoludur. Bunun en kısası da doğru olan yoldur. Bu bulununca nimetin yolunun hepsi bulunur. Nimetin yolu bulununca nimetlerin hepsine sürekli ayrılır ve burada başlangıçta bize nimet ver denmeyip de ‘Bizi doğru yola ilet’ duasıyla doğru yol istemenin öğretilmesi bu anlamı ne güzel pekiştirmektedir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 134)

“Kulların sadece O’na kulluk edecekleri ve sadece O’ndan yardım isteyecekleri zikredildikten sonra onların, Rablerinden ilk istekleri, kendilerini doğru yola iletmesi olmuştur. Onların bu isteğine cevap verilmiştir. Bakara Suresi’nden başlayarak son sureye kadar Kur’an’ın tamamı bu isteğe verilen cevaptır zira Kur’an doğru yolun ta kendisidir. O halde kul, bu isteğinde samimi ise inanç ve hayatını Kur’an’a göre düzenleyecektir.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 16)

Sadece ALLAH’ın Kanunları Haktır:

“(…) Bu bize önce her istekte Hak Teala’nın dosdoğru bir yolu bulunduğunu gösteriyor ve ‘ihdina’ onu istememizi telkin ediyor ve bu yolla en önemli ve en öncelikli yardımın da, başlangıçta kulu dosdoğru yoluna iletme olduğunu anlatıyor. Gerçek şu ki Yüce ALLAH, alemlerin Rabbi olduğundan, alemlerin hepsinde O’nun kanunları yürürlüktedir. Kanunlar gah koyucularına gah konularına gah ilgili alanlarına dayandırılır. Örneğin Solon Kanunu koyucusuna dayandırıldığı gibi Akar (taşınmaz mallar) kanunu da konusuna, hükmedildiklerine dayandırılır. Doğa da Hakk kanunlarının mahkumu olmak itibariyle bunların, irade kanunundan başkasına, doğa kanunları adı verilir ancak, hepsinin koyucusu Hakk Teala olduğundan bunlara, Hakk’ın Kanunları ve Sünnet-i İlahiyye (=İlahi Düzen) demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeye ilim ve fen denildiği gibi, onların hayra götürenlerine de ‘Din, Millet, Şeriat’ adı verilir. ALLAH’ın koyduğu ve Hakk’ın Kanunu dışında din (=düzen, sistem, rejim) aramak batıldır. Bununla birlikte Hakk’ın her kanunu da din değildir. Sözgelimi beynine bir tabanca sıkanın ölmesi Hakk’ın bir kanunudur. Hakk Teala’nın özel bir dilemesi engel olmazsa o kurşunu kendine sıkan ölür fakat intihar etmek bir hayır, bir din değildir; isyandır, şerdir, kendi mülkü olmayan Hakk’ın yapısını yıkmaktır. Bunun gibi insanların fillerinden hangisi alınsa onun bir hayır ve şer yönüyle uyuşacağı bir Hakk Kanunu vardır. Hayır yönüyle uyumlu kanun Hak Din, şer yönüyle uyumlu olduğu Hakk Kanunu Din’in zıddıdır. İki yönden de Hakk’ın Kanununa uygulanamayan fiil=davranış şer ve batıldır.

Özetle, Hakk’ın her kanunu, ALLAH tarafından konulmuş olduğundan doğrudurlar. İnsanlar tarafından konulmuş kanunlar ne ilim ne din hiçbiri olamazlar. (Dinin kanunlarıyla uyumlu olanlar hariç. Onlar, İslam’a göre meşrudur ve Müslümanlar, hüküm konmamış konularda, Şeriata zıt olmamak kaydıyla yasal düzenleme yapabilir.) Bunlar, ilim bakışı açısından batıl, din bakışı açısından da şer oluştururlar ve doğru değildirler. Bunun için insanlığın hakkı/görevi, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil; Hakk’ın kanunlarını arayıp, bulmak, tespit edip, ortaya çıkarmaktır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 129)

“İslam literatüründe ‘hürriyet’, ‘Haklarına sahip olma’ diye tanımlanır (Keşf-i Pezdevi) ki bunun zıddı, haklarına başkasının sahip olması demek olan esirlik ve köleliktir. Hakların aslı ise ALLAH’ın koyduğudur. Öyle ise herhangi bir bireyin ALLAH’ın koyduğu hakları, kendi rızası olmaksızın beşerin koyduğu başka bir kanun ile değiştirilmeye, bozulmaya veya tasarrufa mahkum olabiliyorsa o artık yalnız ALLAH’ın kulu değildir ve onda bir esirlik payı vardır ve artık onun vecibe ve görevleri sırf Hakk’ın gereklerine değil, şunun-bunun keyif ve isteğine tabidir. Şu halde Hakk Teala’yı tanımayan kimsede, ‘haklarına sahip’ anlamına hürriyet hakkı varsaymak çelişki olduğu gibi Hakk Teala’dan başkasına kul olanlara da hürriyet farz etmek imkansızdır. Bunun için de hürriyet kefilliği yalnız ALLAH’a kulluktadır. Ve dosdoğru yolun başlangıcı bu kulluk ve dünyaya özgü ilk amacı da en büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır. Bunun başı da karşılıksız olarak ALLAH tarafından verilen nimetlerden hayat, kulun kendi iradesiyle elde ettiği nimetlerden de imandır. Bu ikisi nimetlerin asıllarıdır. Bunların başlangıcı da ALLAH’ın yardımı ve hidayetidir. İstenen yol da bu yardımın dosdoğru yoludur ve işte İslam nimeti bu dosdoğru yoldur.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 133)

Doğru Yol ve Peygamberlik Arasında Zorunlu İlişki:

“Bizi doğru yola ilet’ buyruğu, peygamberliğin kabulünü içermektedir çünkü risalet olmaksızın bunun gerçekleşmesine imkan yoktur.” (Abdurrahman es-Sadi, Tefsiru’s-Sa’di, 1, 46)


1/FATİHA: 7- KENDİLERİNE NİMET VERİLEN KİMSELERİN YOLUNA, GAZABA UĞRAYANLARIN VE SAPANLARIN YOLUNA DEĞİL.

AYETİN KENDİNDEN ÖNCEKİ AYETLERLE İLİŞKİSİ:

“Ey ALLAH’ım, Sen, bizi, razı olduğun şeylerde ve kendilerine nimet verdiğin kullarını başarılı kıldığın doğru söz ve amellerde kararlı olmaya muvaffak kıl. Evet işte ‘sıratel müstakim’in manası budur zira ALLAH’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddıkların ve şahidlerin muvaffak kılındıkları şeylere muvaffak kılınan bir kul, İslam’ı kabule, peygamberleri tasdike, ALLAH’ın Kitab’ına sımsıkı sarılmaya, ALLAH’ın emrettiklerini yapmaya, yasaklarından kaçınmaya, Peygamber’in usulüne uymaya, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve bütün salih kulların izini takip etmeye muvaffak kılınmış olur. İşte bütün bunlar ‘sıratel müstakim’dir.” (İmam Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 88)

AYETİ TEFSİR EDEN DİĞER AYETLER:

“Kendilerine Nimet Verilenler”:

“Kim ALLAH’a ve Rasulü’ne itaat ederse, işte onlar, ALLAH’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler (şahidler) ve salihlerle beraberdir.” (4/Nisa: 69)

“Gazaba Uğrayanlar”:

“(yahudilerin) Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu ve ALLAH’ın gazabına uğradılar. Bu musibetler onların ALLAH’ın ayetlerini inkar etmelerinden ve haksız yere peygamberlerini öldürmelerindendi. Bu, isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendi.” (2/Bakara: 61)

“(yahudiler) ALLAH’ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Bu, onların ALLAH’ın ayetlerini inkar etmelerinden ve haksız yere peygamberlerini öldürmelerinden dolayıdır. Bu, onların isyan etmelerinden ve haddi aşmalarındandır.” (3/Al-i İmran: 112)

“Ey iman edenler! ALLAH’ın kendilerine gazap ettiği bir güruhu dost edinmeyin. Onlar ki, ölüp kabre giren bir kafir, nasıl ahiretten ümidini kesmişse, kendileri de ahiret ümitlerini işte öyle kesmişlerdir.” (60/Mümtehine: 13)

“Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra ALLAH’ı inkar edip, kalbini küfre açarsa, onların üzerine ALLAH’tan bir gazap ve büyük bir azap vardır.” (16/Nahl: 106)

“Bir süre ALLAH’a yakınlaşmanın esintileriyle tanıştıktan sonra şanı yüce ALLAH’ın, haklarında başka bir durum ortaya çıkarttığı kimselerdir. Böylece vuslatları uzaklaşmaya dönüştürülmüş, yakınlaşmayı ummuş ancak hiçbir murada erememişlerdir. İşte bunlar çabası boşa giden ve hayal kırıklığına uğrayan kimselerdir.

Muvaffakiyeti unutmak ve ilahi desteği görmezlikten gelmek suretiyle gazaba uğramış kimselerdir. Ezeli tercih, ilahi tasarruf ve mukadderatın gelişini görme anlayışından sapmış kimselerin yoluna da değil.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l –İşarat, 1, 32)

“Sapanlar”:

“Onlar (ALLAH’ın dinini değiştirip, gizleyenler), sapıklığı hidayetle, azabı da bağışlamayla değiştirenlerdir.” (2/Bakara: 175)

“İmanlarından sonra küfre sapanların, sonra küfürlerinde ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, sapıkların ta kendileridir.” (3/Al-i İmran: 90)

“Kendilerine Kitap’tan pay verilenleri görmüyor musun? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.” (4/Nisa: 44)

“Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve Mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve Cehennem’e sokarız.” (4/Nisa: 115)

“Kim, ALLAH’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” (4/Nisa: 116)

“De ki: ‘Ey Kitab ehli! Hakkın dışına çıkarak, dininizde aşırı gitmeyin, daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir toplumun kapris ve arzularına uymayın.” (5/Maide: 77)

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın. Siz doğru yolda olursanız, sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü ALLAH’adır. O zaman (ALLAH) yaptıklarınızı size haber verecektir.” (5/Maide: 105)

“De ki: ‘Sizin kapris ve arzularınıza uyacak değilim. Aksi takdirde sapıtmış olurum ve hidayete erenlerden olmamış olurum.” (6/En’am: 56)

“Şüphesiz ki Rabbin, yolundan kimin saptığını çok iyi bilir. O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.” (6/En’am: 117)

“Hiçbir bilgiye dayanmadan akılsızca evlatlarını öldürenler ve ALLAH’a iftira ederek, O’nun kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar muhakkak ki, hüsrandadırlar. Onlar, gerçeklerden sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir.” (6/En’am: 140)

“En sonunda hepsi birbiri ardından Cehennem’de toplanınca, sonrakiler öndekileri göstererek: ‘Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar. Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!’ diyecekler.” (7/A’raf: 38)

“Haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır?” (10/Yunus: 32)

“De ki: ‘Ey insanlar! Size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse ancak kendisi için gelir. Sapan da kendi zararına sapar.” (10/Yunus: 108)

“Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. İnsanları ALLAH’ın yolundan alıkoyarlar ve o yolu eğri büğrü göstermeye çalışırlar. İşte onlar, büyük bir sapıklık içindedir.” (14/İbrahim: 3)

“Rablerini inkar edenlerin işleri tıpkı fırtınalı bir günde rüzgarın savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi ellerinde tutamazlar. Derin sapıklık işte budur.” (14/İbrahim: 18)

“Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?” (15/Hicr: 56)

“Celalim hakkı için Biz her ümmete: ‘ALLAH’a ibadet edin. Tağuttan (insanları azdıran insan ya da cin türünden şeytan) kaçının!’ diyen bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine ALLAH hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu.” (16/Nahl: 36)

“Sen Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et çünkü Rabbin yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir.” (16/Nahl: 125)

“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü taşımaz.” (17/Şura: 15)

“Baksana! Senin için ne türlü benzetmeler yaptılar! Bu yüzden (öyle bir) saptılar ki, artık (doğru) yolu bulamayacaklar.” (17/Şura: 48)

“De ki: ‘Kim sapıklıkta ise Rahman ona mühlet versin.” (19/Meryem: 75)

“Musa, döndüğünde: ‘Ey Harun! Onların sapıttıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu? (dedi)” (20/Taha: 92)

“Benden size hidayet geldiğinde, kim Benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve sıkıntıya düşmez.” (20/Taha: 123)

“ALLAH’ı bırakır da kendisine ne zarar ne fayda veren şeylere yalvarır. İşte apaçık sapıklık budur.” (22/Hac: 12)

“Derler ki: ‘Rabbimiz! Azgınlığımız bizi alt etti. Biz, bir alay sapık idik.” (23/Mü’minun: 106)

“İşte bak, senin hakkında nasıl tutarsız misaller getiriyorlar. Doğrusu onlar saptılar, artık asla yol bulamazlar.” (25/Furkan: 9)

“Gün gelir, Rabbin onları ve onların ALLAH’tan başka taptıklarını toplayıp, der ki: ‘Şu kullarımı siz mi saptırdınız yoksa onlar mı yoldan saptılar?’ Derler ki: ‘Seni tenzih ederiz! Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz fakat Sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda (Seni) anmayı unuttular ve helakı hak eden bir güruh oldular.” (25/Furkan: 17-18)

“Sen o körleri tutup sapıklıktan doğru yola getirecek, erdirecek de değilsin. Sen, ancak ayetlerimize iman etmeye yatkın kimselere duyurursun da onlar, Müslüman olur, kurtuluşa ererler.” (27/Neml: 81)

“Kim de saparsa, de ki: ‘Ben sadece uyarıcılardanım!” (27/Neml: 92)

“ALLAH’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir!” (28/Kasas: 50)

“ALLAH ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık Mü’min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim ALLAH ve Rasulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”  (33/Ahzab: 36)

“Ey Rabbimiz! Doğrusu bizler ulularımıza ve önderlerimize uyduk ama onlar bizi yoldan saptırdılar.” (33/Ahzab: 67)

“Ahirete inanmayanlar, azap ve derin bir sapıklık içindedirler.” (34/Sebe: 8)

“De ki: ‘Eğer saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolda olursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği (Kur’an) sayesindedir.” (34/Sebe: 50)

“Onların dönüşü kesinlikle çılgın ateşe olacaktır çünkü onlar, babalarını sapık kimseler buldular. Kendileri de onların izlerinde koşturuyorlar.” (37/Saffat: 68-7)

“(Ey Davud!) Biz seni yeryüzünde halife yaptık. Sen de insanlar arasında adaletle hükmet! Keyfine uyma ki, seni ALLAH yolundan saptırmasın çünkü ALLAH yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık, çetin bir azap vardır.” (38/Sad: 26)

“ALLAH’ı zikretmeye karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Onlar apaçık bir sapıklık içindedir.” (39/Zümer: 22)

“Ve o kafirler muhakkak diyecekler ki: ‘Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster ki onları ayaklarımızın altına alalım, aşağıların aşağısı olsunlar.” (41/Fussilet: 29)

“İyi bilin ki kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.” (42/Şura: 18)

“Hem o kimseden daha sapık kim olabilir ki, ALLAH’ı bırakır da kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek kimselere dua eder.” (46/Ahkaf: 5)

“Onun (kafirin) arkadaşı (şeytan): ‘Rabbimiz! Onu ben azdırmadım zaten kendisi derin bir sapıklık içindeydi’ der.” (50/Kaf: 27)

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Oysa onlar, Rabbiniz ALLAH’a inandığınızdan dolayı, Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip, sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (60/Mümtehine: 1)

AYETİ TEFSİR EDEN HADİSLER:

“Rasulullah Kura vadisinde atının üzerindeyken, Belkiyn kabilesinden bir adam, yahudileri göstererek: ‘Ey ALLAH’ın Rasulü! Şunlar kimlerdir?’ diye sordu. Rasulullah: ‘Bunlar gazaba uğrayanlardır’ buyurdu. Adam, ikinci kez, hıristiyanları göstererek: ‘Şunlar kimlerdir?’ diye sordu. Rasulullah: ‘Onlar da sapanlardır’ buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 77)

Kulluk ALLAH’ın İnsanlara Bir Lütfudur:

“Bu ayet-i kerime, itaatkarların itaatlerinin, ancak ALLAH’ın onlara lütfetmesiyle gerçekleşeceğine dair açık bir delildir. Çünkü Yüce ALLAH, ‘Kendilerine nimet verilen kimselerin yoluna’ ifadesini zikrederek, kullara verilen bütün nimetlerin ve kulların yaptıkları bütün ibadetlerin, ALLAH tarafından onlara bağışlanan bir lütuf olduğunu belirtmektedir.” (İmam Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 89)

Kendilerine Nimet Verilenler Kimlerdir? Ve Kur’an’ın Bir Mucizesi:

“Önce: ‘Kendilerine’ kimlerdir diye, ‘peygamberler, sıddıklar, şehidler (şahidler), salihler…’ (4/Nisa: 69)

ayeti insanlıkta istikamet nimetine mazhar dört topluluğu açıklarken, o toplulukların önderlerine, ‘peygamberler’ ile Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’a, ‘sıddıklar’ ile Ebubekir-i Sıddık’a, ‘şehitler’ ile Ömer, Osman, Ali’ye işaret edip, üçü hem şehit hem halife olacaklar diye, gaybi bir haber vermek suretiyle bir mucize parıltısı gösterir. (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 1124)

“Gazaba Uğrayanlar” ve “Sapanlar” Kimlerdir?:

“Meşhur olan görüşe göre ‘gazaba uğrayanlar’ yahudilerdir. Nitekim Cenab-ı ALLAH şöyle buyuruyor: ‘ALLAH’ın lanet edip, aleyhine gazap ettiği kimseler.’ (5/Maide: 60) Ayetteki ‘sapıklar’: ‘Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş(lerdir).’ (5/Maide: 77) ayetinin de gösterdiği gibi hıristiyanlardır. ‘Yaratıcıyı inkar edenlerle, putperestler din bakımından hıristiyan ve yahudilerden daha pistirler. Bu nedenle, onların dinlerinden sakınmak daha evla olur’, denilerek bu görüşün zayıflığı ileri sürülmüştür. Tam aksine evla olan, ‘kendilerine gazap olunan kimseler’in görünen amellerde hata eden kimselere (ki bunlar da fasıklardır), ‘sapanlar’ sözünün de, inanç bakımından hata eden kimselere hamledilmesidir çünkü, lafız geneldir. Genel olan lafzı kayıtlamaksa, tefsir usulü açısından yanlıştır. ‘Kendilerine gazab olunan kimseler’in kafirler, ‘sapanlar’ın ise münafıklar olduğunu söylemek de ihtimal dahilindedir. Bu böyledir çünkü Cenab-ı Hakk, Bakara Suresi’nin ilk beş ayetinde Mü’minleri zikrederek, onları medhetmiş, sonra: ‘İnkar edenlere gelince…’ (2/Bakara: 6) diyerek, kafirlerden söz etmiş, daha sonra da: ‘İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde ‘ALLAH’a ve ahiret gününe inandık derler’ (2/Bakara: 8)  diyerek münafıklardan söz etmiştir.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 363)

“yahudiler, ameli kaybettiler, hıristiyanlar da ilmi kaybettiler. Bunun içindir ki gazap, yahudilere; sapıklık da hıristiyanlara denk düşmüştür çünkü bildiğini terk eden gazaba hak kazanır, bilmeyen ise öyle değildir. Hıristiyanlar, bir şeyler yapmak istediler, ancak yolunu bulamadılar çünkü onlar eve kapıdan girmediler. Kapıdan girmek de hakka uymaktır. O yüzden saptılar. yahudi ve hıristiyanlardan her ikisi de sapık ve gazaba uğramıştır ancak yahudilerin en belirgin sıfatları gazaba uğramaktır. Nitekim Yüce ALLAH: ‘ALLAH kime lanet eder ve gazabına uğratırsa…’ (5/Maide: 60) demiştir. hıristiyanların da en belirgin özellikleri sapıklıktır. Nitekim Yüce ALLAH: ‘Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş…’ (5/Maide: 77) demiştir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 80)

“İlmi kuvvetteki bozulma sapıklığa, ameli kuvvetteki bozulma ise gazaba sebep olur. İnsanın mükemmelliği ve mutluluğu ancak bu hususların tamamlanmasıyla mümkündür.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 9)

“Doğru yoldan sapan iki toplum ve insan kategorisi konusunda ise bazı büyük İslam düşünürleri (mesela Gazali yahut son dönemlerde Muhammed Abduh) şu görüşü benimsemişlerdir: ALLAH’ın gazabına uğrayanlar-ki kendilerini O’nun rahmetinden yoksun bırakanlar demektir- olarak tanımlanan insanlar, ALLAH’ın mesajından tam haberdar olan, onu anlayan ama kabul etmeyenlerdir. ‘Sapkınlar’ ise, ya hakikatin hiç ulaşmadığı ya da onu hakikat olarak kabul etmelerini güçleştirecek kadar değişmiş ve bozulmuş olarak ulaştığı insanlardır.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 2)

“Aslında yahudiler ve hıristiyanlar hem sapkındır hem de kendilerine gazab edilmiştir fakat gazab, yahudilerin özel bir sıfatıdır. Nitekim Yüce ALLAH: ‘ALLAH, kime lanet eder ve gazabına uğratırsa…’ (5/Maide: 60) buyurmuştur. Sapkınlık ise, hıristiyanların daha özel bir sıfatıdır. Nitekim Yüce ALLAH onlar hakkında da şöyle buyurmaktadır: ‘Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir toplum…’ (5/Maide: 77)

Bizlere, Kitab ehli olmalarına rağmen yahudi ve hıristiyanların yolunda yürümemiz bile yasaklandığına göre nasıl başkalarına uyup, onları önder kabul edebiliriz? Şu anda Müslüman evlatlarının durumuna bir bakınız. Onların kitaptan bir kalıntıya sahip bulunan Batılıların ya da kitabı bütünüyle reddeden komünistlerin takipçileri olduklarını göreceksiniz.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 43)

“Kur’an-ı Kerim’de ilahi gazabı ve azabı hak edenlerin yahudilerden ibaret olmadığı, bir Mü’min’i kasıtlı olarak öldüren (4/Nisa: 93) , savaştan kaçan (8/Enfal: 16), iman ettikten sonra kafir olan (16/Nahl: 106), Kur’an’ı inkar eden (2/Bakara:90) kimselerin ve benzerlerinin de ALLAH’ın gazabına uğrayacakları ifade buyurulmaktadır.” (M.Y. Kandemir, H. Zevalsiz, Ü. Şimşek; Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 5)

“ALLAH’ın Gazablanması” Nasıl Olur?

“Gazab’ öfke demektir ki Yüce ALLAH hakkında ‘asileri cezalandırma iradesi’ diye tefsir olunur.” (Şirbini, 1, 18’den aktaran Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am Surelerinin Tefsiri, 32)

Gazaba Uğrayan, Sapandan Daha Kötüdür:

“Gazaba uğrayan uygulama hidayetinden yoksundur. Sapık olan da uygulamayla neticelenecek bilgiden mahrum olduğu için gazaba uğrar. Dolayısıyla onların her ikisi de şaşkın ve gazaba uğramıştır ancak hakkı bildiği halde uygulamayan kimse gazaba uğramayı daha çok hak eder. Bu sebeple yahudiler onu daha çok hak etmişler, onlar hakkında gazaba daha çok vurgu yapılmıştır. Yüce ALLAH’ın şu ayeti bunun örneklerindendir: ‘ALLAH’ın kullarından dilediğine lütfundan bir şey indirmesini kıskanarak O’nun indirdiğini inkar etmek için kendilerini ne alçak şeye sattılar da gazap üstüne gazaba uğradılar.” (2/Bakara: 90) (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 16)

Neden Gazaba Uğrayanlar Sapanlardan Önce Zikredilmiştir:

“Bunun birkaç sebebi vardır:

a- Onlar tarih bakımından diğerlerinden öncedir.

(…)

b- yahudilerin küfrü hıristiyanlardan daha büyüktür. Bu sebeple onlar özellikle gazap, lanet ve ceza ile birlikte zikredilmişlerdir. Çünkü –daha önce geçtiği üzere- onların küfrü inat ve kıskançlıktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla onların yolundan sakındırmak ve uzaklaşmak daha gerekli ve önceliklidir. Cahilin cezası, bildiği halde inadından yanlışta ısrar eden kimsenin cezasıyla aynı değildir.

c- Gösterilebilecek en güzel sebep budur: Şöyle ki: daha önce nimete mazhar kılınanlar zikredilmiştir. Gazap, nimet vermenin zıddıdır. Fatiha Suresi bir şeyin zıddıyla anıldığı, çokça tekrarlanan yedi ayetten oluşmaktadır. ‘Gazaba uğramışlar’ ile ‘nimet verilenler’ edebi açıdan güzel bir tezad oluşturmaktadır. Sanki şöyle denilmektedir: ‘İnsanlar, ‘kendilerine nimet verilmişler’ ile ‘gazaba uğrayanlar’ olmak üzere ikiye ayrılır. O halde sen nimet verilenlerden ol!’ Halbuki, ‘sapmışlar’ öne alınsaydı aynı güzellik elde edilemezdi.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 134)

Ayet, İnsanlık Tarihinin İki Temel Çizgisini Ortaya Koyuyor ve Kur’an’ın Tarih Felsefesi Adına Önemli Bir İlkeyi Haber Veriyor:

“Evet, Adem zamanından beri, insanlıkta, iki büyük akım birbirleriyle çarpışarak gelmiş: Birinci akım, istikamet yolunu takiple nimet ve her iki dünyanın mutluluğuna sahip olan peygamberler, salihler ve Mü’minler topluluğu. Evrenin gerçek güzelliğine, düzen ve mükemmelliğine uygun bir biçimde ve doğru yolda hareket ettiklerinden, hem Evrenin Sahibi’nin lütuflarına, hem iki cihanın mutluluğuna sahip olup, insanlığı meleklerin derecelerine, belki onların da üstüne yükseltmeye vesile olarak dünyada iman gerçekleriyle manevi bir cennet, ahirette bir mutluluk kazanmış ve kazandırmışlar.

İkinci akım, doğru yolu bırakıp, ifrat ve tefritle aklı bir azap vesilesi ve üzüntü üreten bir alete çevirmesinden… insanlığı en zavallı bir hayvanlıktan aşağı düşürüp… dünyada zulümlerine karşılık, ALLAH’ın gazabı ve musibet tokatlarını yemekle beraber… sapkınlığı yönünden, aklın ilgisi nedeniyle evreni hüzünle dolu bir yer ve bir matem evi ve ölüme doğru yuvarlanan canlılar için bir mezbaha… ve gayet çirkin ve karışık görüp…ruhu, vicdanı dünyada bir manevi cehennemde olup… ahirette de sürekli bir azabı çekmeye kendini müstahak eder.

‘Kendilerine nimet verilen kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapanların yoluna değil’ ayeti, bu iki büyük azim ders veriyor. Ve Risale-i Nur’daki bütün değerlendirme ve analizlerin kaynağı ve esası ve üstadı, bu ayettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 1125)

Nimet Verilen ile Gazaba Uğrayan Arasında Önemli Bir Fark:

“Yüce ALLAH, bu ayette nimet vermeyi Kendine dayandırmışken gazap edeni açıkça zikretmemiştir. Bunun birkaç sebebi vardır:

1- Nimet, doğrudan hayır ve fazilettir. Gazap ise, intikam ve adalet cinsinden sayılır. Oysa ALLAH’ın rahmeti gazabından geniştir. Bu sebeple bu iki unsurdan daha mükemmel, daha önde gelen ve daha güçlü olanını Kendine dayandırdı zaten bu hayır ve nimetleri ALLAH’a dayandırma ve buna karşılık faili gizleme hususunda Kur’an’ın takip ettiği bir üsluptur. Kur’an’da, Mü’min cinlerden aktarılan şu sözde de bu üslup görülmektedir: ‘Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murad edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi?’ (72/Cin: 10) Hızır kıssasındaki duvar ve iki yetim hakkında Hızır’ın söylediği sözlerde de aynı üslubu görürüz. Hazinenin muhafazası hakkında: ‘Rabbin istedi ki, o iki çocuk, güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak kendi hazinelerini çıkarsınlar.’ (18/Kehf: 82) ‘isteme’yi ALLAH’a dayandırırken, ‘Onu kusurlu yapmak istedim’ (18/Kehf: 79) sözüyle gemiyi delmeyi kendine dayandırmıştır. Oysa, ‘Ben bunları kendiliğimden yapmadım’ (18/Kehf: 82) sözünün gösterdiği üzere her ikisini de ALLAH’ın emriyle yapmıştı.

Sadece doğru yolda olan kimseleri nimete ulaşmakla nitelemesi; gerçek ve mükemmel nimetin, ebedi kurtuluşu temin eden şey olduğunu göstermektedir. Genel anlamıyla nimet ise Mü’mine de kafire de verilmektedir. Bütün mahlukat nimet içindedir. Bu durum, ‘ALLAH’ın kafir üzerinde nimeti var mıdır, yok mudur’ meselesi hakkındaki tartışmayı noktalar: Gerçek ve mükemmel nimet iman ehline özeldir; genel anlamıyla nimet ise, Mü’mine de kafire de sunulmuştur. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: ‘ALLAH’ın nimetlerini saymak isteseniz, sayamazsınız. Gerçekten insan zalim ve nankördür.’ (14/İbrahim: 34)

2- ‘Size ulaşan her nimet ALLAH’tandır.’ (16/Nahl:53) ayetinin de gösterdiği üzere, nimetler sadece Yüce ALLAH’ın elindedir. ‘Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna…’ ayetinde nimetin Yüce ALLAH’a dayandırılmasının bir sebebi de budur. Nimetin ALLAH’ın dışında birine dayandırılması, o kişinin nimete sadece bir vasıta olmasından ileri gelir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 17)

“Nimetler ve hayırlar Yüce ALLAH’a dayandırılır fakat onların zıdları dayandırılmaz: ‘Beni yaratan ve beni doğru yola ileten O’dur. Bana yediren ve içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.’ (26/Şuara: 78-80) ayetlerinde olduğu gibi. (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Ebussuud Tefsiri, 1, 68)

Hakk Karşısındaki Tavrına Göre İnsanlar Üç Kısımdır :

“İnsanlar hakkı bilip onu uygulama bakımından üç kısma ayrılırlar: Hakkı bilip uygulayanlar, hakkı bilip uygulamayanlar ve hakkı bilmeyenler. Mükellefler mutlaka bu üç kısımdan birinde yer alır. Hakkı bilip uygulayan kul, kendisine nimet verilen kimsedir. O, nefsini faydalı bilgi ve salih amelle arındırmış ve gerçek kurtuluşa ermiştir: ‘(Nefsini) Arındıran kurtuluşa ermiştir.’ (91/Şems: 9) Hakkı bilip de nefsinin isteklerine boyun eğen kişi ise gazaba uğrayan biridir. Hakkı bilmeyen ise yolunu şaşırmış bir sapıktır.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 16)

Nimet Nedir? Gerçek Sahibi Kimdir?

“İnsanlara ulaşan her fayda ve savuşturulan her zarar, Cenab-ı Hakk’ın: ‘Size ulaşan her nimet ALLAH’tandır’ (16/Nahl: 53) buyurduğu gibi Yüce ALLAH’tandır. Sonra nimet üç kısma ayrılır:

a-) Yalnız ALLAH’ın yarattığı nimet: Yaratmak ve rızık vermek gibi.

b-) Görünürde bize, ALLAH’tan başkası tarafından gelen ama aslında Yüce ALLAH’tan olan nimet. Bu böyledir, çünkü Yüce ALLAH, bu nimeti, nimet vereni ve bu nimete vesile olanın kalbinde, bu nimeti verme arzusunu yaratandır ancak Yüce ALLAH, bu nimeti, şu kulunu vasıta kılarak verdiği için şu kula teşekkür edilmiştir fakat gerçekte teşekküre layık olan Yüce ALLAH’tır. İşte bu sebeple Cenab-ı Hakk: ‘Bana ve anne-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır.’ (31/Lokman: 14) diyerek, yaratılmışların nimet vermesinin, ancak ALLAH’ın nimet vermesiyle tamamlanacağına dikkat çekmek için, önce Kendisini zikretmiştir.

c-) Bizim itaatte bulunmamız sebebiyle bize ulaşan nimetler. Bunlar da ALLAH’tandır çünkü, Cenab-ı Hakk, bizi taata muvaffak kılıp, taatlara karşı bize yardım etmemiş, bizi onlara iletmemiş ve taatlara engel olacak sebepleri ortadan kaldırmamış olsaydı, bunlardan hiç birine ulaşamazdık. Bu izahımıza göre gerçekte, bütün nimetlerin ALLAH’tan olduğu ortaya çıkmış olur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 359)

Birinci Nimet, Hayattır:

“Cenab-ı Hakk’ın kullarına verdiği ilk nimet, onlara hayat vermesidir. Bunun böyle olduğuna akıl da nakil de delildir.

Akla ait olan delil şudur ki: Bir şeyin nimet olması için, ondan faydalanılması mümkün olmalıdır. Bir şeyden faydalanmak ise, hayatın bulunmasıyla mümkün olur çünkü cansız ve ölü kimsenin her hangi bir şeyden faydalanması mümkün değildir. Böylece nimetlerin tamamının aslının hayat olduğu ortaya çıkmış olur.

Nakli delile gelince, bu Yüce ALLAH’ın : ‘ALLAH’ı nasıl inkar edersiniz? Oysa siz, ölüler idiniz. Sizi O, diriltti.’ (2/Bakara: 28) deyip, peşisıra: ‘O ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.’ (2/Bakara: 29) buyurarak, önce ‘hayat’ı, ikinci kez de kendisinden faydalanılan şeyleri zikretmiştir. Bu da bütün nimetlerin aslının ‘hayat nimeti’ olduğunu gösterir.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 360)

En Önemli Nimet İmandır:

“Yüce ALLAH’ın ‘Kendilerine nimet verilen kimseler…’ ayeti, üzerinde ALLAH’ın nimeti olan herkesi içine alır. Bu nimetten murad ya dünya nimetidir ya da din nimetidir. Bunun dünya nimeti olması yanlış olunca, bundan muradın din nimeti olduğu anlaşılmış olur. Bu sebeple diyoruz ki: İmanın dışındaki her dini nimet, imanın bulunmasıyla kayıtlıdır. İmanı meydana getiren nimete gelince, bu nimetin diğer dini nimetler olmaksızın da meydana gelmesi mümkündür. Bu, ‘nimet verdiklerin’ sözünden muradın, iman nimeti olduğuna işaret eder. Böylece Cenab-ı Hakk’ın: ‘Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna…’ sözünün özü, bunun iman nimetini istemek olduğudur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 362)

Fatiha Suresinin Sonu Nimettir:

“Surenin başı rahmet, ortası hidayet, sonu ise nimettir. Kul, ALLAH’ın hidayetinden nasiplendiği ölçüde O’nun nimetine ve rahmetine ermiştir çünkü her şey O’nun nimet ve rahmetine döner. Nimet ve rahmet O’nun yaratıcılığının gereklerindendir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 9)

Ayetin Hz. Ebu Bekir’in Halifeliğine Delil Oluşu ya da Kur’an’ın Kur’an’la Tefsirine ve Ledünni Derinliğine Çarpıcı Bir Örnek:

“Yüce ALLAH’ın: ‘Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna…’ ayeti, Hz. Ebu Bekir’in halifeliğine delildir. Çünkü daha önce, ayetin takdirinin, ‘Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidayet et’ şeklinde olduğunu zikretmiş idik. Yüce ALLAH ise, bir başka ayette, ‘kendilerine nimet verdikleri kimselerin’ kimler olduklarını açıklamış ve şöyle buyurmuştur: ‘işte onlar, ALLAH’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler (şahidler) ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.’ (4/Nisa: 69) Şüphe yok ki sıddıkların başı ve reisi Hz. Ebu Bekir es-Sıddık’dır. Öyleyse ayetin manası, ‘ALLAH, bize, Hz. Ebu Bekir ve diğer sıddık kulların üzerinde oldukları hidayeti istememizi emretmiştir’ şeklindedir eğer, Hz. Ebu Bekir bir zalim olsaydı, ona uymamız caiz olmazdı. Bu söylediğimiz husus ile, ayetin Hz. Ebu Bekir’in halifeliğine delil olduğu ortaya çıkar.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 362)

ALLAH’ın Gazablanması Ne Demektir?

“Gazab, intikam alma arzusuyla kalpteki kanın kabardığı sırada meydana gelen bir değişikliktir. Bil ki, böyle bir şey ALLAH hakkında imkansızdır ancak burada genel bir kural vardır ki, o da şudur: Nefsani hallerin tamamının (ki bunlardan maksadım acıma, neşe, sevinç, öfke, utanma, kıskançlık, hile ve tuzak, kibir ve alaydır) bir başlangıcı bir de sonu vardır. Mesela öfkenin başlangıcı, kalpteki kanın kabarması; sonu ise, kendisine kızdığı kimseye zarar vermek istemesidir. Buna göre ‘gazab’ lafzı, Yüce ALLAH hakkında, kalpteki kanın kabarması manasında olan başlangıcına yorulamaz. Belki ‘zarar vermeyi istemek’ manasına olan neticesine yorulabilir. ‘Haya’ da böyledir. Bunun bir başlangıcı vardır. O da insanda meydana gelen bir küsme halidir. ‘Haya’ nın gayesi de bir işi terketmektir. Buna göre ‘haya’ lafzının ALLAH hakkında, ‘işi terketme’ manasına yorulması caiz, fakat ‘nefsin küskünlüğü’ manasına yormak ise caiz değildir. İşte bu, bu konuda çok değerli bir kuraldır.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 364)

Doğru Yoldan Ancak İki Şekilde Çıkılır:

“Bu ayet, doğru yoldan çıkmanın iki şeklini açıklamaktadır. Biri, bilgi ve itikadın bozulmasından kaynaklanan sapıklığa düşmek; diğeri ise uygulamadaki bozukluktan dolayı gazaba uğramaktır.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 9)

Ümmet-i Muhammed İçin yahudileşme ve hıristiyanlaşma Temayülü:

“Geçmiş alimlerimiz şöyle derlerdi: ‘Bozulmuş olan alimlerimizde biraz yahudilere benzerlik vardır. Bozulmuş olan ibadet ehli insanlarımızda ise hıristiyanlara benzerlik vardır.’

Bu, şu söze benzemektedir: Bozulmuş olan alimler, mukaddes kitabın kelimelerini bozup değiştirmek, işine gelmediğinde ALLAH’ın indirdiği ayetleri gizlemek, ALLAH’ın lütufta bulunduğu kimseleri kıskanmak ve onları öldürmeyi istemek, adaleti emreden ve kendilerini Cenab-ı Hakk’ın kitabına ve peygamberinin sünnetine çağıran insanları öldürmek gibi yahudi ahlakını kullanırlar. Bu davranışlar; inkar, hakkı eğip-bükmek, onu gizlemek ve bozup değiştirmek, haramlar konusunda çeşitli hilelere başvurmak, hakkı batıla karıştırmak gibi yahudilerin kınandığı huylardandır. Bu davranışları yapan kimselerin yahudilere benzerliği açıktır. Bozulmuş olan ibadet ehli ise ALLAH’a, peygamberin öğrettiği şekilde değil de arzusuna göre ibadet eder. Peygamberlerine aşırı bir sevgi ve itaat gösterir ve onları rablık derecesine çıkarır, hatta saygısını hulul ve ittihada (ALLAH’ın bir insanın bedenine girmesi ve onunla birleşmesine) kadar götürür. Böylelerinin de hıristiyanlara benzediği açıktır. Müslümanın her ikisine benzemekten de kaçınması gerekir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 134)

“Amin” Kelimesi Hakkında:

“İlim ehlinin çoğuna göre ‘Amin’ kelimesi, dua anlamında bir kelime olarak ‘ALLAH’ım duamızı kabul buyur’ demektir.

(…)

Mukatil der ki: ‘Bu, dua için bir güç ve bereketin indirilmesine bir sebeptir.’ Tirmizi der ki: ‘Aminin anlamı, ‘Sen bizim umutlarımızı boşa çıkarma’dır.” (İmam Kurtubi, El Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 356)

“Ebu Hureyre’den Rasulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: ‘İmam amin dediğinde siz de amin deyin. Çünkü her kimin amin demesi meleklerin amin demesine rastlar ise geçmiş günahları affolunur.” (Buhari, Ezan, 111)

“Ebu Hureyre’den Rasulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: ‘Amin, ALLAH’ın Mü’min kullarının dili ile Alemlerin Rabbinin mührüdür.’ (İbn Adiy, el-Kamil, 6/440)

(…)

Ben de derim ki: Bazıları şu ayet-i kerimeden bir hüküm çıkarmışlardır: ‘Musa dedi ki: ‘Rabbimiz! Gerçekten, Sen, Firavun’a ve ileri gelenlerine dünya hayatında servet ve nice mallar verdin. Rabbimiz! (İnsanları) Senin yolundan saptırmaları için mi? Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kaplerine de şiddetli bir sıkıntı ver ki, acıklı azabı görünceye kadar iman etmesinler.’ ALLAH da: ‘İkinizin de duası kabul olunmuştur. Dürüst olmaya devam edin. Sakın o cahillerin yoluna gitmeyin’ dedi.’ (10/Yunus: 88-89) Burada yalnız Musa’nın duasını haber verdi. Bu da Harun’un ‘Amin’ demesinin dua yerine geçtiğini gösterir. Çünkü Yüce ALLAH: ‘İkinizin de duası kabul olunmuştur’ dedi. Bu da, duaya ‘Amin’ diyenin onu etmiş gibi olduğunu gösterir.

(…)

Ebu Hureyre’den Rasulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: ‘İmam: ‘Ğayril mağdubi aleyhim veladdallin’ dediği zaman ‘Amin’ deyin. Yer halkının amini, gök halkının aminine denk gelirse kulun geçmiş günahı bağışlanır. Amin demeyen şuna benzer: Bir adam bir birlikle beraber gazaya çıktı. Kur’a çektiler, onların kur’ası çıktı, bunun ki çıkmadı. ‘Benimki niçin çıkmadı?’ dedi. Onlar da: ‘Sen, amin demedin’, dediler.” (İbn İshak bin Raheveyh, Müsned, 1/315, 298) (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 86)

“Namazda veya namaz dışında Fatiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, surenin sonunda ‘Amin’ deyince aynı zamanda meleklerin de ‘Amin’ dedikleri, hem şehadet hem de gayb alemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın ALLAH tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır.” (Heyet, Kur’an Yolu, 1, 64)

“Ebu Davud, Ebu Musabbih el-Makrai’nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ashab-ı Kiram’dan olan Ebu Züheyr en-Numeyri’nin yanında otururduk. Çok güzel bir şekilde konuşur idi. Bizden herhangi bir kimse bir duada bulundu mu: ‘Onu amin sözü ile bitir’ derdi, ‘çünkü amin bir sahifenin üzerindeki mühür gibidir.’ Ebu Züheyr dedi ki: ‘Bunun neden böyle olduğunu size bildireyim mi? Bir gece Rasulullah ile birlikte çıkmıştım. Israrla dua eden birisinin yanından geçtik. Peygamber onun duasını işitecek bir şekilde durdu. sonra Peygamber: ‘Eğer mühürlerse duası kabul olunur’ dedi. Orada bulunanlardan birisi: ‘Ne ile mühürleyecek ey ALLAH’ın Peygamberi?’ diye sordu. Hz. Peygamber: ‘Amin ile’ dedi. ‘Çünkü o, amin ile duasını bitirirse (kabulünü) gerektirmiş olur’ dedi. Peygamber’e bu soruyu soran adam dua eden adamın yanına gitti ve ona: ‘Ey filan, duanı mühürle (amin diyerek bitir) ve (kabul olunacağına dair) müjde olsun,’ dedi.” (Ebu Davud, Salat, 167-168)

“Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Fatiha Suresi’ni okumam sırasında, sonunda ‘Amin’ dememi Cebrail bana telkin etti.’ (Beyhakî)

(…)

Amin kelimesinin Mushaflara yazılmamış olması, onun Kur’an’dan olmadığının bir kanıtı olarak kabul edilmiştir.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 136)

“Yüce ALLAH, Mü’min kullarına hamd ü senayı öğretti. Rab, Rahman ve Rahim sıfatlarını bildirdi. Kıyamet Günü’nün Maliki, sahibi ve hakimi olduğunu haber verdi. Mü’min kullarının nasıl dua edeceğini öğretti. Daha sonra şükürlerin ve duaların kabul olması için Fatiha’dan sonra ‘Amin’ denilmesini emretti.

İbn Abbas, ‘Amin’ hakkında şu açıklamayı yapmıştır: ‘Fatiha’dan sonra ‘Amin’ demek, ‘Ya Rabbi! Bizi gazabına uğrayanlardan değil de, sırat-ı müstakim’de olanlardan eyle’ demektir. Fakat ‘Amin’ Fatiha’dan değildir yalnız Peygamberimiz Fatiha’yı okuduğu zaman ‘Amin’ derdi.”(Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 59)

“Ebu Hanife’nin mezhebine mensup olanlar derler ki: Amini içten söylemek açıktan söylemekten daha iyidir çünkü Amin bir duadır. Yüce ALLAH da şöyle buyurmuştur: ‘Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin’ (7/A’raf: 55) Buna delil ise, Yüce ALLAH’ın: ‘İkinizin de duası kabul olunmuştur.’ (10/Yunus: 89) buyruğunun tevili ile ilgili olarak gelen rivayettir. Burada denildiğine göre Hz. Musa dua ediyor, Hz. Harun da ‘Amin’ diyordu. O bakımdan Yüce ALLAH her ikisine de, ‘dua edenler’ adını vermiştir.” (İmam Kurtubi, El Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 359)


FATİHA-BAKARA İLİŞKİSİ:

Fatiha’da Yapılan Duanın Cevabı Bakara’da Verilmiştir:

“Bakara Suresi: ‘Bu kitap, kendisinde hiçbir şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidayettir (yol gösterici).’ (2/Bakara: 2) ayetiyle başlamıştır. Bu, Fatiha’da: ‘Bizi doğru yola ilet’ (1/Fatiha: 6) ayetiyle ifade edilen ‘doğru yola’ işarettir. Mü’minler, ALLAH’tan kendilerini doğru yola iletmesini istedikleri zaman onlara: ‘İşte iletilmeyi istediğiniz doğru yol budur’ denilmiştir. Nitekim İbn Cerir ve başkalarının Hz. Ali’den merfu olarak rivayet ettikleri hadis-i şerifte: ‘Doğru yol, ALLAH’ın kitabıdır’ denilmiştir. Hadisi, Hakim, el-Müstedrek’inde İbn Mesud’dan mevkuf olarak rivayet etmiştir.

İşte bu, Bakara’nın Fatiha ile bağlantısının sırrının ortaya çıktığı güzel bir manadır.

El-Huyi dedi ki: ‘Bakara’nın baş tarafı, Fatiha’nın son tarafıyla uyumludur çünkü Yüce ALLAH, hamd edenlerin hidayet isteklerini zikrettikten sonra buyurmaktadır ki: ‘Size istediğinizi (hidayeti) verdim, işte bu Kitap, sizin için bir hidayettir.” (İmam Suyuti, Kur’an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, 37)

Fatiha’nın Son ve Bakara’nın İlk Ayetlerinde Aynı İnsan Tiplerinden Söz Edilmektedir:

“Fatiha’da zikredilen üç kısım insan, Bakara’nın baş taraflarında da zikredilmiştir. Fatiha’da sözü edilen ‘nimet verilenler’den, Bakara’nın 2-5. ayetlerinde; ‘gazaba uğrayanlar’dan, Bakara’nın 6-7. ayetlerinde; ‘sapanlar’dan ise, Bakara’nın 8-20. ayetlerinde söz edilmiştir.” (İmam Suyuti, Kur’an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, 37)

Fatiha’da Özet Olarak Yer Verilen Kavramlar Bakara’da Detaylı Olarak İşlenmiştir :

“Ben derim ki: ALLAH’a hamd olsun. Surelerin sıralanışındaki münasebet yönlerinden birçoğunu tespit ettim. Bunlar: Kur’an’da sabit olan bir kural vardır ki her sure genellikle, kendinden önceki surenin özet olarak verdiğini detaylandırıp açıklar.

Bakara Suresi de Fatiha’nın bütün özetlerini detaylı olarak açıklamıştır. Şöyle ki:

Fatihadaki ‘Hamd ALLAH’a mahsustur’ sözünün Bakara’daki detayı, birçok ayette geçen dua, zikir ve şükür emridir.

Dua Emri:

‘Eğer kullarım Beni senden sorarlarsa, bilsinler ki Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm. O halde onlar da Benim emrime uysunlar ve Bana iman etsinler ki doğru yola gidebilsinler.’ (2/Bakara: 186) ayeti ve ‘ALLAH kimseyi gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik, kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. ‘Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır bir yük yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlamızsın (sahip, efendi). Kafir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize.’ (2/Bakara: 286) ayetinde olduğu gibi.

Zikir ve Şükür Emri:

‘Öyleyse Beni zikredin ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.’ (2/Bakara: 152) ayetinde olduğu gibi.

Fatiha’daki ‘Alemlerin Rabbi’ Sözünün, Bakara’daki Detayı:

‘Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki korunasınız. O Rabbinize ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten size bir su indirdi ve onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bunu bile bile ALLAH’a eşler koşmayın.’ (2/Bakara: 21-22) ayetleri ve ‘O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra kudret ve iradesiyle göğe yöneldi ve onu yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi çok iyi bilendir.’ (2/Bakara: 29) ayeti.

Bu sebepledir ki ALLAH (Şanı En Yüce), Bakara’ya alem çeşitlerinin en şereflisi olan insanlığın başlangıcı Adem’in yaratılış konusuyla başlamıştır.

İşte yukarıdaki bu ayetler, ‘alemlerin Rabbi’ özet ifadesinin açılımıdır.

‘O, Rahman’dır, Rahim’dir’ (1/Fatiha: 3) Ayetinin Açılımı:

Bakara’da Hz. Musa kıssasında: ‘Böylece ALLAH da onların tevbelerini kabul etti çünkü O, Tevvab’dır, Rahim’dir (tevbeleri çok çok kabul eden, rahmeti sonsuz).’ (2/Bakara: 54) ayetiyle ALLAH’ın ‘Rahim’ sıfatına işaret edilmiştir.

‘Ey Rabbim! Bu şehri güvenli kıl. Halkından ALLAH’a ve ahiret gününe iman edenleri çeşit çeşit ürünlerle rızıklandır’ (2/Bakara: 126) diye dua edip sadece Mü’minlere rızık isteyince ALLAH, ‘Rahman’ olduğu için: ‘Onlardan inkar edenleri bile  az bir süre rızıklandırırım.’ (2/Bakara: 126) buyurarak kafirlere de rızık vereceğini ifade etmiştir.

İsrailoğulları kıssasında ALLAH: ‘İşte onların tevbelerini kabul ederim’ (2/Bakara: 160) buyurmuş ve hem ‘Rahman’ hem ‘Rahim’ olduğunu, birlikte tekrar etmiştir: ‘Sizin ilahınız tek bir ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. O, Rahman’dır, Rahim’dir.’ (2/Bakara: 163)

Borçlanma Ayeti:

Bir irşad olarak zikredildikten sonra, takip eden ayetlerde kullara bir rahmet olmak üzere onlardan hata, unutma ve güçlerinin yetmediği şeylerin sorumluluğunun kaldırıldığı zikredilmiş ve bu sure: ‘Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı!’ (2/Bakara: 286) ayetiyle son bulmuştur.

İşte bu ayetler de ‘O, Rahman’dır, Rahim’dir.’ (1/Fatiha: 3) ayetinin açılımıdır.

‘Din gününün sahibidir.’ (1/Fatiha: 4) Ayetinin Açılımı:

Bakara’daki birçok ayette ahiret gününün zikredilmesi, bu ayetin bir açılımıdır. Bu ayetlerden biri: ‘İçinizdekileri açıklasanız da, gizleseniz de ALLAH, onlardan dolayı sizi hesaba çekecektir.’ (2/Bakara: 284) ayetidir.

‘Biz, yalnız Sana kulluk ederiz’ (1/Fatiha: 5) Ayeti:

Şeriatın bütün ‘fer’i’ (doğrudan imanla ilgili olmayan; ‘usûl’ün dışında kalan; ikinci derecede olan) kısımlarını kapsamına alan özet bir ifadedir. İbadetin fer’i kısımları, Bakara’da gayet güzel, detaylı olarak anlatılmıştır: Taharet, hayız, namaz, kıbleye yönelme, mekan temizliği, cemaat, korku namazı, cuma namazı, bayram namazı, bütün çeşitleriyle zekat, i’tikaf, oruç, sadaka çeşitleri, iyilik, hac, umre, alış-veriş, kira, miras, vasiyet, emanet, nikah, mehir, boşama, hul, rec’at, ila, iddet, rada, nafaka, kısas, diyet, asi ve mürtetlerle savaş, cihad, yiyecek ve içecekler, hayvan kesimi, yeminler, adaklar, hakimlik, şahidlik, azad etme gibi şeriatın bütün kısımları bu surede zikredilmiştir.

‘Ve yalnız Senden yardım bekleriz’ (1/Fatiha: 5) Ayeti, Ahlak İlmini Kapsamaktadır:

Bakara Suresi’nde, tevbe, sabır, rıza, tefviz, zikir, murakabe, korku ve güzel söz gibi ahlak cümlesinden olan birçok haslet zikredilmiştir.

‘Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verilen kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapanların yoluna değil.’ (1/Fatiha: 6-7) Ayetinin Bakara’daki Açılımı:

Bu surede peygamberlerin yolu ve onlara karşı gelen hıristiyan ve yahudiler anlatılmıştır. Kabe, Hz. İbrahim’in kıblesi olarak zikredilmiştir. Dolayısıyla Kabe, kendilerine hidayet nimeti verilenlerin yoludur. hıristiyan ve yahudiler ise ondan yüz çevirmişlerdir. Bunun içindir ki Yüce ALLAH, Kabe’den (kıbleden) söz ederken, Kabe’ye yönelmenin, hamd edenlerin iletilmeyi istedikleri yol olduğuna dikkat çekmek üzere şöyle buyurdu: ‘İnsanların içinden akılsız olanlar: ‘Yöneldikleri kıbleden bu Müslümanları çeviren nedir?’ diyecekler. Deki: ‘Doğu da ALLAH’ındır, batı da. O, dilediğini doğru yola iletir.’ (2/Bakara: 142). ‘Bu Kitap hakkında apaçık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden, kendilerine kitap verilenler anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine ALLAH, Kendi izniyle iman edenlere, onların üzerinde anlaşmazlığa düştükleri gerçeği gösterdi. ALLAH dilediğini doğru yola iletir.’ (2/Bakara: 213)

İşte yukarıdaki bu iki ayet Fatiha: 6 ve 7’deki özetin açılımıdır.

Yine Bakara’da: ‘Onlara: ‘Biz, ALLAH’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torun kabilelere indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilenlere ve Rableri tarafından bütün peygamberlere verilenlere iman ettik. Onlar arasında bir ayrım yapmayız. Biz, ALLAH’a teslim olanlarız’ deyin.’ (2/Bakara: 136) ayeti, kendilerine nimet verilen ve ikramda bulunulan peygamberleri ayrıntılı olarak anlatmaktadır.” (İmam Suyuti, Kur’an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, 37)

Fatiha’daki Gazaba Uğrayanlar ve Sapanlarla İlgili Sıra Bakara ve Al-i İmran’da da Korunmuştur :

“Ayetin sonunda, peygamberler arasında ayrımcılık yapan, ‘gazaba uğrayanları ve sapanları’ tanıtmak üzere: ‘Onlar arasında bir ayrım yapmayız’ denilmiştir. Takip eden ayette: ‘Peygamberler arasında ayrımcılık yapanlar, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, doğru yola  yani kendilerine nimet verilen ve ikramda bulunulan peygamberlerin yoluna, sizin gibi erişmiş olurlar’ (2/Bakara: 137) buyrulmuştur.

İşte bu yukarıda anlattıklarım, Bakara ile Fatiha arasında tespit etmiş olduğum münasebet yönlerinden bir tanesidir. ALLAH Kendi kitabının sırlarını en iyi bilendir.

Hadiste de geçtiği ve üzerinde ittifak edildiği üzere ‘gazaba uğramış olanlar’ın tefsiri yahudiler, ‘sapıtmış olanlar’ın tefsiri hıristiyanlardır. yahudi ve hıristiyanlar Fatiha’da, zaman içindeki sıralarına göre zikredildiler. Fatiha’yı takip eden Bakara Suresi’nde Ehl-i Kitab’a yapılan hitapların hepsi, sadece yahudiler içindir. hıristiyanlardan söz edilmiş, ancak onlara hitab edilmemiştir.

Bakara’yı takip eden Al-i İmran Suresi’nde ise Ehl-i Kitab’a yapılan hitapların çoğu hıristiyanlaradır. Surenin başından itibaren seksen ayet Necran hıristiyan heyeti hakkında nazil olmuştur. Nitekim nüzul sebebi hakkında böyle söylenmiştir.

(…)

Yukarıda anlatılanlar, iki surenin tertibinin benzersiz bir yönüdür ki önce Fatiha’da iki grup (yahudi ve hıristiyanlar) zikredilmiş sonra Fatiha’yı takip eden her bir surede her bir grubun durumu Fatiha’daki sıraya göre anlatılmıştır. Bu sebepledir ki, Nisa Suresi’nin baş tarafında yahudiler, son tarafında ise hıristiyanlar zikredilmiştir.” (İmam Suyuti, Kur’an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, 44)

Fatiha ile Bakara’nın Sonundaki Dualar ve Ortak Vurgular:

“Fatiha Suresi Mü’minleri, ‘gazaba uğrayanların ve sapanlar’ın yoluna düşürmeyecek özlü bir dua ile bitmiştir. Onun gibi Bakara Suresi de Mü’minleri kendi yollarında hata ve unutma sebebiyle sorguya çekilme; ağır ve güç yetirilemeyecek yük yüklenme gibi bir duruma düşürmeyecek detaylı bir dua ile son bulmuştur.

Ayrıca Bakara’nın sonu: ‘O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız’ (2/Bakara: 285) ayeti ile, ayırım yapanların yolunun ‘gazaba uğrayanlar ve sapanlar’ın yolu olduğuna işaret edilmektedir.

Dolayısıyla bu iki surenin sonuç bölümü, birbirinin kardeşi ve benzeridir. İşte bu da, arka arkaya gelişlerindeki ve dizilişlerindeki ilişki yönlerinden bir tanesidir ayrıca, Fatiha’nın sonunda ‘Amin’ demek meşru olduğu gibi, Bakara’nın sonunda da bir hadiste geçtiğine göre ‘Amin’ denilmelidir.” (İmam Suyuti, Kur’an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, 44)

FATİHA-NİSA İLİŞKİSİ:

“Fatiha’daki: ‘Kendilerine nimet verilen kimseler’ (1/Fatiha: 7) ayetinin tefsiri, Nisa’daki: ‘Kim ALLAH’a ve Rasulü’ne itaat ederse, işte onlar, ALLAH’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler (şahidler) ve salihlerle beraberdir.’ (4/Nisa: 69)  ayetidir.” (İmam Suyuti, Kur’an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, 55)

FATİHA-MAİDE İLİŞKİSİ:

“Fatiha’daki: ‘gazaba uğrayanların ve sapanlar’ın (1/Fatiha: 7) Maide’deki şu ayetlerde açıklaması vardır: ‘De ki: ‘ALLAH katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? ALLAH kime lanet eder ve gazabına uğratırsa ve kimlerden de maymunlar, domuzlar ve tağuta kullar yaparsa, işte bunlar makamları en kötü olan ve yolları da en sapık olanlardır.’ (5/Maide: 60) ‘De ki: ‘Ey Kitap Ehli! Hakkın dışına çıkarak, dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir toplumun kapris ve arzularına uymayın!’ (5/Maide: 77) (İmam Suyuti, Kur’an Surelerinin Sıralanışındaki Sırlar, 61)

FATİHA-EN’AM İLİŞKİSİ:

“En’am Suresi de Fatiha’da olduğu gibi hamdle başlamıştır. Aslında Fatiha ile En’am Sureleri arasında özet ve ayrıntı yönünden çok yakın bir ilişki vardır. Kur’an’ın asıl maksatları Fatiha’da tam bir özet halinde iken, En’am Suresi’nde daha ayrıntılı olarak anlatılmıştır. En’am Suresi neredeyse tamamen Tevhid’e ayrılmıştır. Peygamber kıssalarından Hz. İbrahim seçilmiştir. Dikkat edildiğinde görülür ki anlatılan konu onun kavminin durumu değil tam aksine kendi ağzından Tevhid delillerini bildirmektir. Bu yönüyle de sureye hamd ile başlamak uygun düşmüştür.” (Faruk Tuncer, Kur’an Surelerindeki Eşsiz Ahenk, 139)

FATİHA-NAS İLİŞKİSİ:

“İşte bütün bunların (Nas Suresinde sözü edilen ve hem cinlerden hem insanlardan olan sinsi, vesveseci şeytanların) şerrinden ve özellikle vesvesesinin şerrinden insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların İlahı olan Ehad (Tek=ALLAH), Samed (Herşey O’na Muhtaç=ALLAH), ululuk sahibi ALLAH’a sığınmak son mesaj olarak emredilmiş ve bu şekilde sığınanların İlahi yardıma kavuşmakla korunup, güzel bir sona ereceklerine de söz verilmiştir ki, bunun üzerine bir şükür olmak üzere ‘Hamd, alemlerin Rabbi ALLAH’a mahsustur’ (1/Fatiha: 2) diye Fatiha’dan başlamak ne güzeldir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 448)

“Baştaki surede (Fatiha); ALLAH, Rab, Melik kelimeleri geçer. Öyle olan ALLAH’tan yardım dileyip, hidayet istiyoruz. En sondaki surede de (Nas) yine ALLAH, Rab ve Melik kelimeleri geçer. Yine bu sıfatlarla muttasıf olan ALLAH zikredilir ve O’na sığınılır.” (Ali Eroğlu, Kur’an Tarihi ve Kur’an İlimleri Üzerine, 243)