Bir Sayfa Seçin

bakara_ic

ankebut1_6

BAKARA SURESİ HAKKINDA GENEL

Bakara Suresi ile İlgili Hadisler:

“Evlerinizi kabirlere çevirmeyin. İçinde Bakara Suresi okunan bir eve şeytan giremez.” (Tirmizi, Kitab el-Fadail el-Kur’an: 2/2877)

“Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur’an-ı Kerim’in zirvesi de Bakara Suresi’dir. Onun içinde Kur’an ayetlerinin efendisi olan bir ayet bulunmaktadır ki o da Ayetelkürsi’dir.” (Tirmizi, Fadail el-Kur’an: 2/2878)

“Kim, geceleyin Bakara Suresi’nin son iki ayetini okursa o ayetler o kişiye (her şey için) yeterlidir.” (Buhari, Fadail el-Kur’an:10)

“Kur’an’ı okuyun çünkü o Kıyamet Günü’nde okuyana şefaatçi olacaktır. Özellikle iki çiçek olan Bakara ve Al-i İmran Suresi’ni okuyun. Çünkü onlar Kıyamet Günü’nde adeta iki bulut ya da iki gölgelik ya da havada grup halinde uçan iki bölük kuş gibi gelecekler ve kendilerini okuyanları savunacaklardır (Cehennem ateşine karşı). Bakara Suresi’ni okuyun. Ona sahip çıkmak bereket, bırakmak ise hüsrandır. Onu okumaya batıl ile uğraşanların (sihir ve büyüyle) gücü yetmez.” (Müslim, Müsafirin: 252/804)

“Sahabeden Üseyd b. Hudayr bir gece hurma yığınının yanında Kur’an (Bakara Suresi) okurken atı birkaç kere ürküp heyecanlanmıştı. Üseyd atın, çocuğu Yahya b. Üseyd’i çiğnemesinden kaygılanarak kalktığında başının hizasında (gökte), ışıklarla donatılmış bir tavan gördü. Tavan gözünün alabildiğine, semanın derinliklerine doğru uzayıp gidiyordu. Üseyd, Rasulullah’a gelerek durumu anlattı. Rasulullah ondan Bakara Suresi’ni okumaya devam etmesini istedi. Fakat çocuğuna bir şey olmasın diye okumaya ara verdi. Sabahleyin durumu Hz. Peygamber’e söyleyince şöyle buyurdular: ‘Onlar, seni dinlemeye gelmiş meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi.” (Müslim, Müsafirin, 242) (Kolektif, Kur’an Yolu, 1, 67)

“Rasulullah (Ona Binler Selam) bir askeri birliği belli bir tarafa göndermiş ve onun başına da en genç olanlarını, Bakara Suresi’ni ezberlediğinden dolayı, komutan tayin etmiş ve ona: ‘Git, sen onların emirisin’ demiştir.” (Tirmizi, Fedailu’l-Kur’an:2)

“Bakara ve Al-i İmran Surelerini öğrenin. O ikisi parlak surelerdir. Kıyamet Günü’nde sahibini iki bulut ya da iki kuş sürüsü gibi gölgelendirirler. Kıyamet Günü’nde adam kabrinden çıkarken Kur’an benzi soluk bir kimse gibi ona gelir: ‘Beni tanıyor musun?’ der. O da: ‘Seni tanımıyorum’ der. Kur’an: ‘Ben senin arkadaşın Kur’an’ım. Ben, seni sıcak günlerde susuz ve gece de uykusuz bırakmıştım. (Yani sen Kur’an’ın hükümleriyle amel etmekten dolayı gündüzleri oruç tuttun, geceleri Kur’an okudun.) Her tacir kendi ticaretinden kâr etmek ister. Bugün sen ticaretinden en fazla kâr edensin’ der. Sonra, Kur’an ehlinin sağ eline mülk, sol eline ölümsüzlük verilir. Başına vakar tacı geçirilir. Ebeveynine öyle bir elbise giydirilir ki dünya halkı ona değer biçemezler. Ebeveyni: ‘Bize bu elbise niçin giydirildi?’ derler. Onlara: ‘Çocuğunuzun Kur’an okuması nedeniyle’ denir. Sonra da kişinin kendisine: ‘Oku ve Cennet merdivenlerine yüksel’ denir. O da hızlı ya da ağır okumasına göre yükseklere çıkar.” (Ahmed Bin Hanbel, Müsned, 22441)

 

Bakara Suresi Nerede ve Ne Zaman Nazil Olmuştur?

Kur’an-ı Kerim’in en uzun suresidir ve 286 ayettir.

“Medine döneminde indirilmiştir. Peygamberimiz (Ona Binler Selam) Efendimiz’in Medine’ye hicretlerinden sonra inen ilk suredir. Bununla birlikte bütün Kur’an’ın en son inen ‘Öyle bir günden sakının ki o günde ALLAH’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığının karşılığı tam olarak verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir.” (2/Bakara: 281) ayeti de bu surededir. Demek ki Medine’de ilk inmeye başlayan ve en sonra tamam olan yüce bir Sure’dir. Fatiha, Kur’an’ın içeriğini özetle içine aldığı gibi, Bakara da hükümlerin çoğunu ayrıntılarıyla anlatması açısından öyledir. Bu iki değer noktasından dolayıdır ki, ‘Kur’an’ın en üstünü Bakara Suresi’dir’ (Feyzü’l-Kadir, 2, 46) ve ‘Kur’an’ın en üstün bölümü Fatiha’dır’ (Feyzü’l-Kadir, 2, 46) hadis-i şerifleri söylenmiştir. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 151)

“Nüzul Zamanı: Medeni bir sure olmasına rağmen Bakara, Mekki bir sure olan Fatiha’nın hemen ardından gelmektedir. Fatiha, ‘Bizi doğru yola ilet’ duasıyla bitiyordu. Bakara ise, ‘Bu kitap, kendisinde hiçbir şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidayettir.’ (2/Bakara: 2)   diye başlıyor.

Bakara Suresi’nin büyük bir bölümü Hz. Peygamber’in (Ona Binler Selam) Medine’de geçirdiği ilk iki yılda nazil olmuştur. Daha sonraki dönemde nazil olan kısa bir bölüm de, surede ele alınan konuyla yakın bağlantısı olduğu için sureye eklenmiştir. Örneğin, faizi yasaklayan ayetler Hz. Peygamberin hayatının son döneminde nazil olmuş fakat bu sureye eklenmiştir. Aynı nedenle, Medine’ye hicretten önce Mekke’de nazil olan son ayetler de (284-286) bu sureye dahil edilmiştir.” (Ebu’l Al’a Mevdudi,  Tefhimu’l Kur’an, 1, 43)

95wemelhayatuddunya

 

Bakara Suresi’nin İsimleri ve Anlamları:

Rasulullah (SAV) bu sureye “Kur’an’ın Otağı” yani “Kur’an’ın Çadırı” adını vermiştir. (Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 97)

“Adı neden Bakara?

Bakara Suresi, surenin 67-73. ayetlerinde geçen inek kıssası nedeniyle bu adı almıştır. Fakat bu, surenin konusunu bildirmek amacıyla verilmiş bir isim değildir. Bu nedenle, nasıl ki Veli, Ali gibi isimler başka dillere tercüme edilemiyorsa, Bakara da inek veya buzağı diye tercüme edilemez çünkü o zaman, surenin konusunun ‘inek’ olduğu zannedilebilir. Kur’an’da bu şekilde adlandırılmış daha birçok sure vardır çünkü (ne kadar zengin olursa olsun) Arapça, surelerde ele alınan konunun genişliğini kapsayacak kadar kapsamlı kelimelere sahip değildir. Aslında bütün dillerde aynı eksiklik vardır.” (Ebu’l Al’a Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, 1, 43) 

 

Bakara Suresi’nin Temel Niteliği ya da Kur’an-Bakara İlişkisi:

“Bu surenin başlangıcı, kişinin zahirini rezilliklerden ve razı olunmayan sıfatlardan temizleyen şer’î hükümler; ortası, güzel yolun edepleri ve kişinin batınını beşeri kirlerden temizleyen ahlak-ı hamide ve sonu da, kesretin bulanıklığından, kirinden ve ikiliğin ayıbından temizlenmiş, sırf zâtî tevhid üzerine bina edilmiştir. Bilhassa bu surenin son ayetleri Hz. Peygamber’e tahsis edilmiş, sırf ona ait olmak üzere indirilmiştir. Çünkü o, daha önceki peygamberlerin aksine tevhid-i zâtînin mazharıdır, zâtî tevhidin kendisi üzerinde zuhur ettiği peygamberdir. Zira daha önceki peygamberler buna mazhar olmamışlardır. İşte bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber’in (SAV) gönderilmesiyle birlikte nübüvvet ve risalet (peygamberlik) son bulmuş, vahiy ve ayet indirme yolu kapanmıştır.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 51)

 

Bakara Suresi’nin Tarihsel Arka Planı:

“Bu surenin anlamını tamamen kavrayabilmek için tarihsel arka planı bilmemiz gerekir:

1-) Mekke’de Kur’an genellikle İslam’ın cahili, müşrik Kureyşli’lere hitap ediyordu. Fakat Medine’de ALLAH’ın birliği, peygamberlik, vahiy, ahiret ve melekler gibi inançlara aşina olan yahudilerle de ilgilenmeye başladı. yahudiler, ALLAH’ın peygamberi Hz. Musa’ya (ALLAH’ın Selamı Üzerine) indirdiği kanuna inandıklarını söylüyorlardı ve ilke olarak onların yolu, Hz. Muhammed’in (Ona Binler Selam) öğrettiği yolun (İslam) aynısı idi. Fakat yüzyıllardan beri onlar bu yoldan uzaklaşmışlar ve Tevrat’ta hiç anılmayan ve bildirilmeyen birçok gayr-ı İslami inançları, ibadet şekillerini ve gelenekleri benimsemişlerdi. Sadece bununla da kalmayıp, kendi tefsir ve te’villerini asıl metindenmiş gibi kabul ederek, Tevrat’ı da tahrif etmişlerdi. Hatta kitaplarının asıl metni olan ALLAH kelamını bile bozmuşlar, dinin gerçek ruhunu söndürüp, süregelen donuk bir adetler dizisi haline getirmişlerdi. Bunun sonucunda inançları, ahlakları ve davranışları bozulmanın en aşağı derecelerine düşmüştü. En kötüsü, onlar durumlarından memnun olmakla kalmıyor, aynı zamanda böyle devam etmekten hoşlanıyordu. Bununla birlikte hiçbir düzeltme ve ıslah hareketini kabule yanaşmıyor, böyle bir girişime ilgi bile duymuyorlardı. Bu nedenle, kendilerine doğru yolu öğretmeye gelenlerin en azılı düşmanları oldular ve bu tür çabalara karşı ellerinden geleni yaptılar. Önceleri Müslüman olmalarına rağmen gerçek İslam’dan sapmış, onda değişiklikler yapıp, bidatlar çıkarmış, ayrılık tohumlarının ve kılı kırk yarmalarının kurbanı olmuşlardı. ALLAH’ı unutup, terketmişler ve ihtiraslarının kölesi haline gelmişlerdi. Üstelik ‘Müslüman’ adını bırakıp, kendilerine ‘yahudi’ adını takmışlar ve dini İsrailoğulları’nın tekeline almışlardı.

Hz. Peygamber (Ona Binler Selam) Medine’ye gidip yahudileri hak dine davet ettiğinde, onların dini durumu buydu. Bu surenin üçte birinden fazlasının İsrailoğulları’na hitap etmesinin nedeni, işte budur. Surede onların tarihi, ahlaki bozulmaları, dinden sapmaları eleştirel bir yaklaşımla ele alınır. Buna paralel olarak, bir peygamberden sonra sapan bir topluluğun ne denli bozulduğunu belirlemek, gerçek ibadet ile şekilcilik arasına ve dinin esasları ile ikinci derecedeki kuralları arasına belirleyici bir çizgi çekmek amacıyla, hak dinin ana ilkeleri ve yüce ahlakı da gözler önüne serilmektedir.

2-) Mekke’de İslam, çoğunlukla ana ilkeleri tebliğ etmek ve Mü’minleri ahlaken eğitmekle ilgileniyordu. Fakat Hz. Peygamber’in (Ona Binler Selam) , Müslümanların tüm Arabistan’dan gelip yerleştiği ve Ensar’ın yardımıyla küçük bir İslam Devleti’nin kurulduğu Medine’ye hicretinden sonra, tabii olarak Kur’an sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukuki problemlere de değinmeye başladı. Mekke’de ve Medine’de nazil olan sureler arasındaki farkın nedeni işte budur. Bu nedenle bu surenin yarıdan fazlası, toplumda kaynaşma, dayanışma ve problemlerin çözümünü sağlamaya yarayan ilke ve düzenlemelerden oluşur.

3-) Medine’ye hicretten sonra Tevhid ile şirk arasındaki çatışma da yeni bir görünüme bürünmüştü. Bundan önce İslam’ı kendi kabile ve akrabalarına tebliğ eden Mü’minler, İslam düşmanlarının saldırılarına kendilerini tehlikeye atarak karşılık vermek zorundaydı. Fakat tüm Arabistan’dan Müslümanların bir araya gelip bir topluluk oluşturduğu ve bağımsız bir şehir devletinin kurulduğu Medine’de şartlar değişti. Buradaki çatışma, İslam toplumu için hayatını devam ettirme meselesi haline gelmişti çünkü, Müslüman olmayan tüm Arabistan onu ortadan kaldırmak için birleşmişti. Bu nedenle İslam toplumunun sadece başarılı olmasını değil, aynı zamanda varlığını devam ettirmesini de sağlayan aşağıdaki talimatlar bu sureyle nazil olmuştur.

a-) İslam toplumu, ideolojisini yaymak ve kendi tarafına mümkün olduğu kadar fazla insan çekebilmek için tüm gücünü harcamalıdır.

b-) İslam’a karşı çıkanlar öylesine gözler önüne sermelidir ki, akıllı bir insanın kafasında onların yanlış yolda oldukları hakkında en ufak bir şüphe bile kalmamalıdır.

c-) (Çoğunluğu fakir ve yurtsuz olan, etrafı düşmanlarla sarılmış bulunan) Üyelerini, mücadelelerinde karşılaştıkları zor durumlarda hayati önem arzeden ve onları bu zorlukları karşılamaya hazırlayan bir cesaret ve sabırla donatmalıdır.

d-) Toplum, üyelerinin inançlarını ortadan kaldırmaya yönelik muhtemel bir saldırıyı karşılamaya ve düşmanlarının sayısal ve teknik üstünlüklerine aldırmaksızın onlara saldırmaya her an hazır halde bulunmalıdır.

e-) Aynı zamanda onlarda, batıl yolların ortadan kaldırılması ve İslami tarzın ortaya konulması için gerekli olan cesaret ve şevki meydana getirmelidir.

Bu nedenle ALLAH bu surede, yukarıdaki amaçları elde etmeye yardım edecek olan birçok talimat indirmiştir.

4-) Bu dönemde yeni tür ‘Müslüman’ tipi, ‘münafikun’ (iki yüzlüler) türemeye başlamıştı. Mekke’de yaşanan son dönemde iki yüzlülük alametleri görülmeye başlamasına rağmen bu durum, Medine’de farklı bir şekil aldı. Mekke’de, İslam’ın hak olduğuna inandığını söyleyen, fakat bu şehadetin sonuçlarını yüklenmeye, dünyevi fayda ve ilişkilerini feda etmeye ve bu inanç kabul edildiğinde hemen ardından gelen karşı çıkışlara katlanmaya hazır olmayan bazı kimseler vardı. Fakat Medine’de, başka çeşit münafıklar türemeye başladı. İslam’ı içinden yıkmak için İslam’a girenler olduğu gibi, çevreleri Müslümanlar tarafından sarılan ve dünyevi çıkarlarını korumak için de Müslüman olanlar da vardı. Bu nedenle onlar düşmanlarla da ilişkilerini devam ettiriyorlardı çünkü düşmanlar kazandığı takdirde onların çıkarlarına bir zarar gelmeyecekti. Bazıları da İslam’ın gerçekliğine tam kani olmamış fakat kabileleriyle birlikte Müslüman olmuşlardı. Son olarak da entelektüel yönden İslam’ın hak olduğunu kabul eden fakat eski geleneklerinden, batıl inançlarından, kişisel ihtiraslarından vazgeçip İslami bir hayat yaşamaya ve bunun yanısıra fedakarlıklar yapmaya yetecek denli ahlaki şecaate, yiğitliğe sahip olmayan bir grup vardı.

Bakara’nın nazil olduğu dönemde her türden münafık türemeye başlamıştı. Bu nedenle ALLAH, sure içerisinde münafıkların özelliklerine dikkat çekmekte, kötü özellikleri ve hileli işleri açığa çıktıkça, onlarla ilgili talimatlar indirmektedir.” (Ebu’l Al’a Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 1, 43)

 

Bakara Suresi ile İlgili Kısa Ansiklopedik Bilgiler:

“Bu Sure –müfessirlerden bir kısmına göre – bine yakın haber, sekiz yüzden fazla emir, dokuz yüze yakın yasak kapsamaktadır.” (Celal Yıldırım, Asrın Kur’an Tefsiri, 1, 39)

“Hz. Osman’ın Mushafındaki kronolojik sıralamaya göre 87., Hz. Ebu Bekir’in cem ettirdiği elimizdeki Kur’an’a göre 2. Suredir. (M.Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 3, 9

 

Bakara Suresi’nin Konu Bağlamları ve Özeti;

“Bu Sure Hidayet’e davettir ve kıssalar, anlatılan olaylar hep bu ana fikir etrafında döner. Bu Sure’de özellikle yahudilere hitap ettiği için, Hz. Peygamber’e indirilen Hidayet’e tabi olmanın kendi hayırlarına olacağını göstermek üzere, tarihte yaşanmış birçok olaya değinilmiştir. yahudiler, Kur’an’ı kabul edenlerin ilki olmalıdırlar çünkü bu Kitap, Hz. Musa’ya indirilenin aynısıdır.

Konular ve Birbirleriyle İlişkisi:

1-20 Bu giriş ayetleri Kur’an’ı bir Hidayet Kitabı olarak ilan eder: İmanın temellerini, yani ALLAH’a, peygamberliğe, öldükten sonra dirilmeye olan inancı belirler. İnsanları kabul etme ve reddetme hususunda üç gruba ayırır: Mü’minler, kafirler ve münafıklar.

21-29 ALLAH, insanları Hidayet’i kabul etmeye, Alemlerin Yaratıcısı ve Rabbi olan Kendisine boyun eğmeye, gönderdiği Hidayet’e, yani Kur’an’a ve öldükten sonra dirilmeye inanmaya davet eder.

30-39 Hz. Adem’in yeryüzünde ALLAH’ın halifesi olarak tayin edilmesinin, onun Cennet’teki hayatının, şeytanın saptırmalarına kapılmasının, tevbe edip tevbesinin kabul edilişinin hikayesi; insanoğluna (Hz. Adem’in nesline) en doğru şeyin Hidayet’e (doğru yola) uymak olduğunu göstermek üzere anlatılmıştır. Bu anlatım aynı zamanda, İslami Hidayet’in Hz. Adem’e verilenle aynı olduğunu ve İslam’ın insanoğlunun hakiki dini olduğunu da göstermektedir.

40-120 Bu bölümde Hidayet’e davet, özellikle İsrailoğulları’na yöneltiliyor ve onların düşüş nedenlerinin, Hidayet’ten sapmaları olduğunu göstermek için geçmişteki ve bugünkü tutumları eleştiriliyor.

121-141 yahudiler, ataları olarak çok değer verdikleri ve bir peygamber olarak kabul ettiklerini söyledikleri İbrahim Peygamber’e verilen Hidayet’in aynısını getiren, onun torunu ve izleyicisi olan Hz. Muhammed’e (Ona Binler Selam) uymaları konusunda ikaz ediliyorlar. Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşa edişinin hikayesi, Kabe, İslam toplumunun kıblesi olacağı için anlatılmıştır.

142-152 Bu bölümde sanki liderliğin, daha önceden yahudilerin yurtlarından çıkarılmalarına neden olan haddi aşmalarına karşı birçok kez uyarılan İsrailoğulları’ndan alınıp, Müslümanlara verildiğini ifade edercesine, kıblenin Mescid-i Aksa’dan (Kudüs) Kabe’ye (Mescid-i Haram, Mekke) çevrildiği ilan ediliyor.

153-251 Bu bölümde, Müslümanlara Hidayet’i tebliğ etmeleri için emanet edilen liderliğin ağır sorumluluklarını kaldırabilmeleri için pratik çözümler sunuluyor. Ümmet’i ahlaken eğitebilmek için namaz, oruç, zekat, hac ve cihad farz kılınıyor. Mü’minler, ulu’l-emr’e itaat etme, adil olma, verdikleri sözde durma, anlaşmalara sadık kalma, mallarını ALLAH yolunda harcama konularında teşvik ediliyorlar. Günlük hayatlarını düzenlemeleri ve ahenkli bir şekilde devam ettirebilmeleri için yine sosyal, ekonomik, politik ve uluslararası meselelerin çözümü için gerekli kanun ve düzenlemeler bildiriliyor. Diğer taraftan Ümmet’i bozulup dağılmaktan korumak üzere içki , kumar, faizle borç vermek vs. yasaklanıyor. Bunların arasında, uygun yerlerde imanın temel esasları da yerleştiriliyor çünkü ancak bunlar, kişinin Hidayet’e bağlanmasını sağlayıp destekleyebiliyor.

252-260 Bu ayetler, faizle borç vermenin yasaklanmasına bir giriş niteliğindedir. İnsanların hesaba çekileceği gerçeğini canlı tutabilmek için ALLAH’a, Vahy’e ve Ahiret’e iman tekrar vurgulanıyor. ALLAH’ın her şeye kadir olduğunu ve ölüyü diriltip ondan hesap sormaya muktedir olduğunu göstermek üzere, Hz. İbrahim (ALLAH’ın Selamı Üzerine) ve yüz yıl uyuyup sonra uyananlar hakkındaki kıssalar anlatılıyor. Bu nedenle Mü’minler bunu göz önünde bulundurmalı ve faizle borç para vermekten kaçınmalıdırlar.

261-283 153-251. Ayetlerin özetini vermiştik. Orada Mü’minler sadece ALLAh’ın razı olması için O’nun yolunda infak etmeye teşvik ediliyorlardı. Buna karşılık burada, faizle borç vermenin kötülüklerine karşı uyarılıyorlar. Mü’minlere günlük alış-verişlerinde dürüst davranmaları konusunda da talimatlar veriliyor.

284-286 Surenin başında olduğu gibi bu son ayetlerinde de, imanın temel ilkeleri tekrarlanıyor. Daha sonra Sure, Müslümanların İslam’ı tebliğde çektikleri güçlükler nedeniyle o sırada çok ihtiyaç duydukları bir dua ile bitiyor.” (Ebu’l A’la Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, 1, 46)

38rabbiyesirkaralama

 

Bakara Suresi ve Anlatım Düzeni:

“Şahsi içtihadıma göre Bakara Suresi; bir Mukaddime, üç Kısım ve bir Sonuç’tan oluşmaktadır.

Mukaddime, yirmi ayet olup, burada takva sahiplerinden ve onların niteliklerinden söz edilmektedir. Arkasından kafirlerden ve onların en belirgin özelliklerinden söz ediliyor. Sonra da münafıklardan, onların gerçek yapılarından ve belirgin özelliklerinden söz edilip, durumları ile ilgili açıklamalarda bulunuluyor.

Mukaddime; insanları takva sahipleri, kafirler ve münafıklar olmak üzere üç kısma ayırdıktan ve her bir kısmın ana özelliklerini belirledikten sonra Surenin birinci kısmı geliyor ve bu birinci kısım 20. Ayetten başlayıp 167. Ayetin sonuna kadar devam ediyor.

Surenin birinci kısmı bir emir ve bir nehiy ile başlamaktadır:

Emir, Yüce ALLAH’ın: ‘Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki korunasınız (takva sahibi olasınız)’ (2/Bakara: 21) buyruğudur.

Nehiy ise Yüce ALLAH’ın: ‘Öyleyse siz de bunu bile bile ALLAH’a eşler koşmayın’ (2/Bakara: 22) buyruğudur.

Buna göre emir ve nehiy birinci kısmın ilk iki ayetinde yer almaktadır. Birinci kısım, Yüce ALLAH’ın: ‘İnsanlardan bazıları, ALLAH’tan başka varlıkları O’na eşler koşarlar.’ (2/Bakara: 165) buyruğu ile son bulmaktadır.

Şimdi bu kısmın başında yer alan: ‘Öyleyse siz de bunu bile bile ALLAH’a eşler koşmayın’ (2/Bakara:22)  buyruğu ile bu kısmın son fıkrası olan: ‘İnsanlardan bazıları, ALLAH’tan başka varlıkları O’na eşler koşarlar’ (2/Bakara: 165) buyruğu arasındaki ilişkiye dikkat ediniz. Bunun arkasından İkinci Kısım gelir ve 168. ayetten başlayarak 207. ayetin sonuna kadar devam eder.

Burada, Birinci Kısmın Yüce ALLAH’ın: ‘Ey insanlar!’ buyruğu ile başladığını gördük. Daha sonra bu: ‘Ey insanlar!’ buyruğunu ancak 167. Ayetten sonra Bakara Suresi’nde bir daha ve son olarak görüyoruz.

‘Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin. şeytanın adımlarını takip etmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.’ (2/Bakara: 168)

Birinci Kısım: ‘Ey insanlar!’ ile başladığı gibi İkinci Kısım da aynı şekilde başlamakta ve Yüce ALLAH’ın: ‘İnsanlardan bazıları’ buyruğu ile başlayan bir fıkra ile sona erdiği gibi, İkinci Kısım da aynı şekilde: ‘İnsanlardan bazısı…’ buyruğu ile başlayan fıkra ile sona ermektedir:

‘İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider.’ (2/Bakara: 204)

‘İnsanlardan öylesi de vardır ki, ALLAH’ın rızasını kazanmak için canını verir.’ (2/Bakara: 207)

Aynı şekilde Bakara Suresinin Mukaddimesi’nin ‘İnsanlardan’ diye başlayan bir fıkra ile sona erdiğini görüyoruz:

‘İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde ‘ALLAH’a ve ahiret gününe inandık’ derler.’ (2/Bakara: 8)

Birinci Kısım ise ‘İnsanlardan…’ diye başlayan bir fıkra ile sona ermektedir:

‘İnsanlardan bazıları, ALLAH’tan başka varlıkları O’na eşler koşarlar.’ (2/Bakara: 165)

İkinci Kısmın ise, ‘İnsanlardan…’ buyruğunun iki defa tekrarlandığı bir fıkra ile sona erdiğini görüyoruz:

‘İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider.’ (2/Bakara: 204)

‘İnsanlardan öylesi de vardır ki, ALLAH’ın rızasını kazanmak için canını verir.’ (2/Bakara: 207)

Daha sonra Surenin Üçüncü Kısmı geliyor ve 208. ayetten başlayıp 284. ayete kadar devam ediyor.

Üçüncü Kısım da bir emir ve bir nehiy ile başlamaktadır. Emir, bütünüyle İslam’a girmek konusu ile ilgilidir. Nehiy ise şeytanın adımlarına uymaktan sakınmakla ilgilidir ve bu da İkinci Kısmın başında gelen nehyin aynısıdır.

Şimdi şuna dikkat edelim, İkinci Kısmın başı (168. ayet): ‘Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin. şeytanın adımlarını takip etmeyin.’ buyruğu ile başladığı gibi, Üçüncü Kısım da: ‘Ey iman edenler! Hep birlikte İslam’a (ya da barışa) girin. şeytanın adımlarına uymayın’ (2/Bakara: 208) ayeti ile başlamaktadır.

(…)

Bilindiği gibi, Bakara Suresindeki son iki ayet ile ilgili özellikleri belirten birden çok nas varid olmuştur. Bunlar, Surenin Sonuç Kısmını teşkil etmekte ve: ‘Rasul, Rabbinden kendisine indirilene iman etti. Mü’minler de’ (2/Bakara: 285) diye başlamaktadır.

Şimdi, bunun Surenin başlangıcında yer alan: ‘Onlar, gayba iman ederler’ (2/Bakara: 3) buyruğu ile olan ilişkisine dikkat ediniz.

Surenin belirgin özelliklerini ortaya koyan büyük işaret noktalarıdır bunlar. Bu gibi noktalara değinirken bu söylediklerimizin, Sureyi hıfzetmemiş ya da söylediğimizi takip etmek üzere elinde Mushaf bulundurmayan bir kimse için boşlukta yapılan bir binadan farkı olmadığını biliyoruz. Bununla birlikte, bu kısa açıklamalar ile Sureyi fıkra fıkra, kesim kesim ve kısım kısım inceleyip, Surenin parçaları arasındaki bağlantı ve ilişkiyi sunarken, açıklamalarımızla okuyucuya bir temel hazırlamak istedik. Buradaki bu kısa açıklamalar diğer açıklamaları gereksiz kılmamakta ve faydalı olmaktadır. Bu sebeple bu kısa açıklamalara ekleyeceğimiz mülahazalar ile birlikte devam edelim:

46rahmeteke_1Surenin Mukaddimesi (yukarıda da belirttiğimiz gibi), insanları, takva sahipleri, kafirler ve münafıklar olmak üzere üç kısma ayırarak başlıyor. Ondan sonra Birinci Kısım gelerek, insanları takvaya ulaştıracak bir yol olmak üzere ibadet ve Tevhid yolunu izlemeye davet ediyor. Ondan sonraki kısım, kafirler ile tartışmak üzere itaat, yasaktan kaçınmak, emre muhalefet edip yasaktan kaçınmamanın etkileri, İsrailoğulları kıssasındaki sapma örneklerinin sunulması ve Hz. İbrahim kıssasında da istikamet örneklerinin sunulması sureti ile takva yolunda yürüme problemine derinlik kazandırıyor. Bir de bakıyoruz ki bu kısmın sona ermesiyle birlikte takva meselesi ve takva yolu üzere yürümek, ibadet ve Tevhid meselesi ile bunun dışa yansıyan hususları kesinlik kazanıyor.

Bundan sonra Surenin İkinci Kısmı gelerek takva problemini daha da pekiştiriyor ve ferd ve toplum düzeyinde takvanın gerçekleştirilme yollarını çizerek, şükür mefhumu ve şükür yollarını da daha bir derinleştiriyor. Kısım sona ermeden takva problemi ile şükür ve ibadet problemi, sırat-ı müstakim, sırat-ı müstakimden sapmak, sapanların izlediği istikametler ile ilgili meseleler açıklık ve netlik kazanmış oluyor. Bütün bunlarla birlikte, İslam’ın bütün rükünlerinden, iman, namaz, zekat, oruç ve hactan da sözediliyor. Böylece nefsin, kalbin ve aklın zemini, İslam’ın bütünü doğrultusunda yol almaya hazır hale geliyor.

Daha sonra Üçüncü Kısım yer alarak, İslam’a tümüyle girmeye davet ediyor. Savaş, aile çerçevesi ve diğer çerçeveler içerisindeki sosyal ilişkiler, siyasi ve ekonomik problemlerde ana meseleler sunuluyor. Arkasından Surenin Sonuç Kısmı yer alıyor. Bu kısım, her şeyin iman ve ALLAH’a yönelmek meselesi ile bağlantısını sağlıyor. Bütün bu konularda iman ve ALLAH’a yöneliş esası üzerinde bilgiler veriyor, eğitiyor ve gerekli açıklamalar da bulunuyor.” (Said Havva, El-Esas Fi’t-Tefsir, 1, 68)

 

Bakara Suresi’nde İşlenen Temel Konular ve Kavramlar:

“Bu Sure boyunca şu beş Kur’ani akidenin işlendiğini görürüz:

  • ALLAH, bütün varlıkların kendi kendine yeterli yegane kaynağıdır (el-Kayyum);
  • Ardarda gönderilen peygamberler aracılığıyla vurgulanan ALLAH’ın varlığı olgusu, insan tefekkürü ile kavranabilir niteliktedir;
  • Sadece inanmak değil, dürüst ve erdemli yaşamak da bu zihinsel idrakin ve tefekkürün zorunlu bir sonucudur;
  • Bedeni ölümü, yeniden dirilme ve hesaba çekilme takip edecektir;
  • ALLAH’a karşı sorumluluklarının gerçekten bilincinde olan bir kimse ‘ne korku, ne de üzüntü duyacaktır” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 3)

 

Bakara Suresi ile İlgili Çeşitli:

“Hz. Ömer bu sureyi, içerdiği fıkhı ve diğer hükümleriyle 12 senede; oğlu Abdullah da 8 senede öğrenmiştir.” (İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, 1, 391)

“Lebid bin Rabia, cahiliye dönemi şairlerinden birisi idi. İslam’ı da görmüş ve güzel bir şekilde İslam’a bağlanmış, Müslüman olduktan sonra şiir söylemeye son vermişti. Halifeliği döneminde Hz. Ömer ona şiiri hakkında soru sormuş, şiir okumasını istemişti. O da Bakara Suresi’ni okumuştu. Hz. Ömer kendisine: ‘Ben, senin kendi şiirlerinden okumanı istemiştim’ deyince, Lebid:’ Yüce ALLAH bana Bakara ve Al-i İmran Surelerini öğrenmeyi nasip ettikten sonra bir beyit kadar bile olsa şiir söylemedim’ diye cevap verdi.” (İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, 1, 392)

“Bir adam Bakara ve Al-i İmran Surelerini (namazda) okudu. Adam namazı bitirince, Ka’b: ‘Bakara ve Al-i İmran Surelerini mi okudun?’ diye sordu. Adam: ‘Evet’ cevabını verince, Ka’b: ‘Canım elinde olana yemin ederim ki, bu iki surede, ALLAH’ın, kendileriyle dua edildiği zaman icabet ettiği İsm-i A’zam’ı vardır’ deyice, adam: ‘Bana o ismi söyle’ dedi. Ka’b: ‘Hayır v’ALLAH’i! Onu sana söylemem. Onu sana öğretirsem, beni ve seni helak edecek bir dua yapmandan korkarım’ karşılığını verdi.” (Ebu Ubeyd 126’dan, Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 108)

 “Şa’bi der ki: ‘Ensar, ölmek üzere olan bir kişinin yanında Bakara Suresini okurlardı.” (İbn Ebi Şeybe 3/236’dan, Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 118)

 

İlk Yedi Sureye Dair:

Rasulullah (Ona Binler Selam) şöyle demiştir: “Kim ilk yedi sureyi öğrenirse o deryadır(çok geniş bir ilme sahiptir).” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 23922)


 

2/ BAKARA: 1- ELİF, LAM, MİM.

“Bu harflere, “Huruf-ı Mukatta’a”denir. Bunların herhangi bir mana ifade edip etmediği, ediyorlarsa ne manaya geldikleri hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.

(…)

Bu harfler, isim ve fiillerden kısaltılmış mukatta’a harfleridir. Her birinin kendine göre manası vardır. Birinin manası, diğerine benzememektedir. Mesela: ‘Elif, lam, mim’in manası, ‘Ben her şeyi en iyi bilen ALLAH’ım’ demektir. Burada Elif, ‘ben’; Lam, ‘ALLAH’; Mim, ‘iyi bilirim’ manalarına gelmektedir. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Mes’ud’dan nakledilmektedir.

(…)

Bu harflerin her biri birçok manaya gelmektedir. Rebi’ b. Enes’ten ‘Elif, lam, mim’ harfleri hakkında şunlar rivayet edilmektedir: Bu harflerden her biri, Yüce ALLAH’ın isimlerinden birinin baş harfidir. Mesela Elif, ‘ALLAH’ isminin; Lam, ‘Latif’ isminin; Mim, ‘Mecid’ isminin baş harfleridir. Bu harfler ALLAH’ın nimetlerini, musibetlerini, bir toplumun ne kadar yaşayacağını ve ecelinin ne zaman geleceğini gösterir.

(…)

Elif, ‘ALLAH’ın nimetleri’; Lam, ‘lütfu; Mim, ‘yüceliği’ anlamına gelmektedir.

(…)

Bir kısım alimler ise bu harfler için şunu söylemişlerdir: ‘Her kitabın bir sırrı vardır. Kur’an-ı Kerim’in sırrı da, bazı surelerin başında zikredilen bu harflerdir. Yine de en iyisini ve doğrusunu bilen ALLAH’tır.” (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi tefsiri, 1, 103)

“Eğer bu (Kur’an’a) meydan okuyanların Kur’an karşısında güç ve kuvvetleri tükenmemiş ve uzun araştırmalar, çaba ve gayretler neticesinde aciz kalmamışlarsa –ki kendileri edebiyat ve şiir alanında bu işin otoriteleridir- buyurup benzerini getirsinler. Ancak bunun bir beşer sözü olmaması nedeniyle asla bunu başaramayacaklar ve hep aciz kaldıkları gibi yine bu acizlikleri sürüp gidecektir. Çünkü bu, en güçlü ve her şeye kadir olan tek yaratanın sözüdür. İşte bu söz daha gerçekçi ve daha çok kabule değer bir ifadedir.

Yine bir görüş olarak denilir ki, bu surelerin bu tür harfler ile başlaması, bir bakıma dikkat çekmek ve hiç alışmadıkları garip bir tarz ile karşı karşıya kaldıklarını duyup anlamak nedeniyledir. Bir de icaz yani (aciz bırakma) delillerinin bir örneğini sunmak maksadıyladır. Kaldı ki  bizzat bu harflerin kendisiyle konuşmakta tüm Araplar aynı seviyededirler. Bu hususta okuma yazması olmayanlar olsun veya hatipler olsun aynı idiler.Ancak harflerin adlarını bilip söyleyenler böyle değil. Çünkü bu, bizzat yazıp çizen, okuyan ve kitap ehliyle bir araya gelip oturanlara ait bir özellikti. Onlardan okuyup öğreniyorlardı. Bunlar ile ümmi olanlar aynı değildir çünkü ümmi olan bir kimsenin harfleri tanıması, okuyup yazması mümkün değildir. Peki bütün bu gerçeklere rağmen ümmi olan bir zatın Kur’an’da söz konusu edilen kıssalardan hiç birisini kitap ehlinden iktibas etmediğine ve almadığına –ki, Kureyş ve benzerleri de söz konusu kıssalardan hiç birini bilmediklerine – göre buna nasıl bir hüküm ve karar verilir? Bu hususta nasıl bir yargıya varılabilir? İşte bütün bu bilgiler ona ancak vahiy yoluyla gelmiştir. Bunlar da onun peygamberliğinin sıhhatine, doğruluğuna şahittir.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 141)

“Huruf-ı mukatta’a ile başlayan sureleri bir gözden geçir! Surenin o harften oluşan kelimeler üzerine kurulu olduğunu göreceksin!” (İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Kayyim Tefsiri, 1, 146)

“Bu harfler hakkında Şa’bi’ye sorulduğunda, o: ‘Bunlar ALLAH’ın sırrıdır, araştırmayınız’ demiştir.

Ebu Zübyan, İbn Abbas’tan: ‘Ulema bunları anlamaktan acizdir’ dediğini rivayet etmiştir. Hüseyin b. Fadl ise, bunların müteşabihattan olduğunu söylemiştir.

Kelamcılar, huruf-ı mukata’anın müteşabihattan olduğu görüşünü kabul etmemiş ve ALLAH’ın kitabında insanlar için anlaşılmayan şeyin bulunması caiz değildir, diyerek, bu görüşlerine ayet, hadis ve akli bakımdan delil getirmişlerdir.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 411)

“Cenab-ı ALLAH bu harfleri kafirlerin aleyhine delil olmak üzere zikretmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (SAV) onlara Kur’an’ın benzerini veya on suresinin veyahut bir tek suresinin benzerini söylemelerini, meydan okuyarak teklif edip onlar da bunu yapamayınca, Yüce ALLAH Kur’an’ın bu harflerden başka bir şeyden müteşekkil olmadığına, onların da bu harflere sahip olduğuna, fesahat kaidelerini bildiklerine, bu sebeple de Kur’an’ın bir benzerini getirebilmeleri gerektiğine dikkatlerini çekmek için bu huruf-ı mukattaayı indirmiştir. Kafirler bunu yapamayınca, bu, Kur’an’ın bir insan tarafından değil de ALLAH tarafından indirildiğine delil olmuştur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 417)

“Kafirler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve onun hakkında manasız yaygaralar (gürültüler) yapın. Belki ona üstün gelir (duyulmasına mani olursunuz)’ deyip, Kur’an’dan yüz çevirmeyi birbirlerine tavsiye edince, Yüce ALLAH, onların fayda ve menfaatlerini istediği için, onların susmalarına ve Kur’an’dan kendilerine gelen şeyi dinlemelerine sebep olsun diye, bilmedikleri şeyi onlara indirmeyi murad etti ve bu harfleri kendilerine inzal etti. Onlar bu harfleri duyunca, hayrete düşmüşçesine şöyle dediler: ‘Hz. Muhammed’in söylediklerine hele bir kulak verin’ Kafirler böyle Kur’an’a kulak verince, kur’an onlara nüfuz etti ve bu, onların Kur’an’ı dinlemelerinin ve Kur’an’dan istifade etmelerinin sebebi oldu.

(…) Ebu Aliye’nin görüşüdür. Bu harflerden her biri, birtakım milletlerin ayakta kalma müddetleri ve diğer bazı kavimlerin de ecelleri hakkındadır.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 418)

“Müşrikler birbirine, ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve onun hakkında manasız gürültüler (yaygaralar) yapın’ demişler. Hz. Peygamber (Ona Binler Selam) bu Sure’nin başındaki bu huruf-ı mukatta’ayı okuyunca, müşrikler onlardan hiçbir şey anlamadılar. İnsan, menolunduğu şeye karşı düşkündür. Bundan dolayı da müşrikler, bu kapalı sözü tefsir edecek ve bu müşkülü izah edecek bir söz gelir ümidi ile Kur’an’a kulak veriyorlar, onun sure ve ayetlerini tefekkür edip inceden inceye düşünüyorlardı. Bu da onların Kur’an’ı dinlemelerine, onun surelerini, fasılalarını ve ayetlerini iyice düşünmelerine bir vesile olmuştu. Bu görüşü iki şey desteklemektedir:

Birincisi: Bu harfler, sadece surelerin başlarında bulunmaktadırlar. Bu da maksadın, söylediğimiz şey olduğunu hatıra getirir.YaHayy_1

İkincisi: Alimler şunu söylemiştir: ‘Müteşabih ayetlerin indirilmesindeki hikmet, bunun sebeplerini araştıran kimsenin, Kur’an’ın müteşabih ayetler ihtiva ettiğini öğrendiğinde, görüşünü destekleyecek ve kanaatine yardım edecek bir şey bulmak ümidiyle, Kur’an’ı inceden inceye düşünmesi ve onun üzerinde tefekküre gayret etmesidir. Bu gayret de böylece, onu sapıklıklardan kurtaracak olan muhkem ayetlere vakıf olmasına bir vesile olur. İşte bazı fikirlere çekilebilen müteşabih ayetlerin bu hikmet için indirilmeleri caiz olunca, hiçbir hata ve sapmaya yol açmayan huruf-ı mukatta’anın aynı hikmet (gaye) için indirilmeleri daha uygun olur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 424)

“Muhammed b. Ali et-Tirmizi’nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce ALLAH, bu Sure’de bulunan bütün hüküm ve kıssaları Sure’nin baş taraflarında söz konusu ettiği harflere koymuştur. Bunu ise ancak bir peygamber ya da bir ALLAH dostu bilebilir. Daha sonra bunu insanları bilgilendirmek üzere bütün Sure’de açıklamaktadır.” (İmam Kurtubi, El Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 398)

“Bunlar, isimlerin harfleridir eğer bunlar uygun bir şekilde dizilirse Yüce ALLAH’ın isimleri meydana çıkar. Ali b. Ebu Talip de şöyle demiştir: ‘Bunlar kesik (kısaltılmış) isimlerdir, eğer insanlar onları sıralamayı bilselerdi, duaların kabulüne sebep olan İsm-i A’zam meydana çıkardı.” (İmam Cevzi, Zadü’l-Mesir, 1, 25)

“ Şöyle de denilmiştir: Bunlar, Yüce ALLAH’ın isimlerindendir. (…) İbn Abbas: Elif, Lam, Mim, ALLAH’ın isimlerinden büyük bir isimdir, demiştir. (…) İbn Abbas: Bunlar, İsm-i A’zam’dır.

(…)

Ebu’l-Aliye ‘elif, lam, mim’ konusunda şöyle demiştir: Yirmi dokuz harften bu üçü dillerde dolaşmaktadır. Bunlardan her biri O’nun isimlerinden bir ismin ilk harfidir. Onlardan her harf nimet ve belalarından birini gösterir. Onlardan her bir harf bir kavmin süresini ve ecelini göstermektedir.

(…)

Kim bu harflerin milletlerin sürelerini gösterdiğini ve bunlardan olayların, fitnelerin ve savaşların vakitlerini çıkaracağını iddia ederse hakkı olmayan bir şeyi iddia etmiş ve girme hakkı olmayan sahada uçmuş olur. Bu hususta zayıf bir hadis rivayet edilmiştir. O, bununla beraber bu mesleğin (Hurufilik) sıhhatinden çok, çürük olduğunu gösterir.

(…)

Bu hadis, Muhammed bin Saib el-Kelbi’ye dayanır, o ise, yalnız rivayet ettiği hadislerde delil olamaz. Sonra bu meslek (Hurufilik) eğer doğru ise zikrettiğimiz on dört harfle hesap edilmelidir. O zaman daha çok şeyi ifade eder. Eğer tekrarları ile birlikte hesap edilirse, ortaya daha mükemmel ve daha büyük bir rakam çıkar. ALLAH daha iyi bilir.” (İbn Kesir, Tefsir’ül-Kur’an’il-Azim, 1, 96, 97, 100, 101)

“Elif, ‘ALLAH’a; Lam, ‘Cebrail’e; Mim de, ‘Muhammed’e delalet eder. Yani Yüce ALLAH bu Kitab’ı Cebrail vasıtası ile Muhammed’e (O’na Binler Selam) indirmiştir.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İrşad-ı Akl-ı Selim ila Mezayay-ı Kitab-il Kerim, 1, 74)

“Abdurrahman Bistami: ‘Doğrusu bazı peygamberler, harflere ait sırları Rabbani vahiy Samedani ilka (ilham) yoluyla, bazı veliler nurlu keşifler ve ruhani feyizler sayesinde, bazı ilim sahipleri de sahih nakil ve üstün bir akılla öğrenebildiler. Bunların hepsi de kendi arkadaşlarına bunlara ait bazı sırları ya keşif ve şühud yoluyla veya bazı tanımlarla haber vermişlerdir. Fakat bu konuda doğru olan, ALLAH’ın harflerin sırlarına ilişkin bilgileri bu ümmetin birçoğuna saklı tutmuş olduğudur. Çünkü bunda bazı ilahi hikmetler, Rabbani maslahat ve faydalar vardır. Rabbimiz büyük zatlara, bunların tümünü değil sadece bazı sırlarını öğrenebilme imkanını vermiştir. Bu öğrenilenler de bazı özel terkiplerden ibarettir. Bunlar ulvi alemlerle en süfli alemleri ve başkaca şeyleri etkileri altına alma imkanını veren ya da onlara etki edebilme gücünü sağlayan şeyler olabiliyor.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 58)

“Hekimler/filozoflar derler ki: ‘İlmin başı şaşkınlıktır’ Bu bakımdan Kur’an’ın başında, irşad ve hidayetin başlangıcında böyle şaşkınlığa düşüren bir tebliğin belagatlı bir cazibe gücü vardır.

(…)

Şimdi burada, ‘şaşkınlığı çekme gibi önemli bir fayda Fatiha’nın başında bulunması gerekmez miydi?’ şeklinde bir soru düşünülebilir. Ama şunu bilmek gerekir ki ilk bilinçlenme şaşkınlıktan öncedir ve Kur’an’ın amacı da öncelikle ve doğrudan ilme ve hidayete yöneliktir. Fatiha, ‘Elif, Lam, Mim’ ile başlasaydı bu iki önemli nokta kaybolurdu. Dahası Fatiha’daki açıklığıyla Tevhid/ALLAH’ı Birleme odağında antlaşma ve sözleşme yapılmadan önce bu şekil bir anlatım tarzı faydalı olmaktan çok zararlı olurdu.” (Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Nuhammed Hamdi Yazır, 1, 165,166 Sadeleştiren: Sıtkı Gülle)

“Elif-Lam-Mim gibi Kur’an’da bazı surelerin başında yer alan Huruf-u Mukatta’a, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Arap edebiyatında yaygın bir kullanıma sahipti. Şairler ve belagat ehli bunları kullanırdı. Hatta bunun örneklerine İslam öncesi şiir ve nesrinde rastlanmaktadır. O dönemde herkes, bu harflerin anlam ve önemini kavradığı için, bunların Kur’an’da kullanılmasına karşı çıkan veya sorular yönelten olmadı. Çünkü bu tür kullanım onlara yabancı değildi. Hatta hiçbir saldırı fırsatı kaçırmayan İslam ve Kur’an düşmanları bile bu harflerin kullanımına karşı çıkmadılar. Fakat zamanla bu harfler kullanılmamaya başlandığından, tefsirciler bunların anlamını ve önemini tayin etmede güçlüğe düştüler. Bununla birlikte sıradan okuyucunun bunların anlamı konusunda kafa yormasına gerek yoktur. Çünkü Kur’an’ın hidayeti (yol göstermesi) söz konusu olduğunda, bunlar hiçbir şeyi değiştirmiş olmazlar.” (Ebu’l A’la Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 1, 48)

“Elif, boğazın tam yukarısından çıkar. Orası harflerin çıkış noktasının başlangıcıdır. Lam, çıkış noktasının ortası olan dilin kenarından çıkar ve Mim, çıkış merkezinin son noktası bulunan dudaklardan çıkar. Bu üç harfi bir araya getirmesinin hikmeti şu olsa gerektir: ‘Kulun konuşmasının önü de, ortası da ve sonu da ALLAH’ın zikri olmalıdır!” (Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, 1, 205)

“Kur’an indiği dönemde henüz rakamların icat edilmediği, rakam yerine ebced harflerinin kullanıldığı dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da mümkündür ancak bu durumda da söz konusu sayıların matematiksel olarak neyi ifade ettikleri henüz bilinmemektedir. (…)

Ebced hesabına göre surenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir:

Elif, 1; Lam, 30; Mim,40.” (Hakkı Yılmaz, Tebyinu’l-Kur’an, 9, 51)

“İmam Rabbani önce Selef alimleri gibi düşünürken bilahare ALLAH Teala’nın kendine, bu harflerin mana ve sırlarından bir kısmını açtığını;  böylece ‘müteşabihatın manalarının, ALLAH’ın bildirmesiyle bilinebileceğini ve bunların açık manalı ayetlerin (muhkemat) özü ve amacı olduğunu” anladığını ifade etmiştir. (Mektubat,1, 296)

Şah Veliyullah, ‘Arap dilinde tek başına veya kelimelerin başlarına gelen harflerin özellikleriyle, kelimelerin manaları arasında bir ilişkinin bulunduğu’ tespitinden yola çıkarak surelerin başlarında bulunan harflerin de muhtevalarına delalet ve onların özünü ihtiva ettiğini ileri sürmüştür. Buna göre ‘Elif, Lam, Mim’in manası, ‘Yaratılmışların çeşitli oluşlar ve ilişkilerle belirlenmiş hayatlarının gerekli kıldığı, ihtiyaç duyduğu irşadlar gayb aleminden gelerek onların hayatlarına girmekte ve yollarına ışık tutmaktadır’ demektir.” (Kolektif, Kur’an Yolu,1, 69)

“Biz biliyoruz ki cahiliye dönemi şiirinde de ‘bel’, ‘la’, ‘bel la’ gibi harfler kullanılmaktaydı. Onlarla kastedilen, sadece muhatabın dikkatini çekmek idi. Söz konusu edatları kullanan kişi muhataba: ‘Söyleyeceklerimi dikkatle dinle!’ mesajını veriyordu. İşte bu noktadan hareketle alimlerin çoğunluğu, söz konusu harfleri anlamlandırmışlardır. Hiçbir ayrım yapmaksızın bütün ayetleri üzerinde düşünülmesinin istenmiş olması da, Kur’an’ın ayetleri olan bu harflerin bir anlama sahip olduğunu göstermektedir. Bu ayetler muhataba hiçbir şey anlatmıyor olsaydı, onlar üzerinde düşünülmesinin istenmesi anlamsız olurdu. ALLAH, kullarını anlamsız bir şey üzerinde emek ve zaman harcamaya çağırmaktan münezzehtir.

Bu harflerin ne anlama geldikleri konusunda Peygamber (SAV)’den bir açıklama nakledilmemiştir. Eğer Peygamber’in bu konuda bir açıklaması bulunsaydı, Kur’an’ı anlama konusuna çok önem veren ilk devir Müslümanları onu mutlaka naklederlerdi. Sahabenin de bu konuda Peygamber’e soru sorduklarına dair bir bilgi mevcut değildir. Şunu da belirtmek gerekir ki inanmayanların bu harflerin Kur’an-ı Kerim de yer almasına ilişkin itirazlarına dair de bir nakil bulunmamaktadır. Gerek sahabenin bu konuda soru sormamış olması ve gerekse inanmayanların itirazlarının olmaması, o dönemde bu harflerin ne anlam ifade ettiğine dair bir kanaatin mevcut olduğunu gösterir. Çünkü ne anlama geldikleri bilinmiyor olsaydı, en azından, Kur’an da açık yakalama gayreti içerisinde olanlar bunu dillerine dolar, itiraz ederlerdi. Bundan da anlaşılıyor ki o dönem insanları sözün başında bu şekilde harflerin kullanılmasına aşina idiler.

(…)

Bu harflerin ne anlama geldiklerini belirlemek için, herkesin kabul edeceği birtakım tespitlerde bulunalım:

  1. Arap alfabesinin harf sayısı yirmi dokuzdur. Bu harflerin başında bulundukları surelerin sayısı da yirmi dokuzdur.
  2. Türk alfabesindeki harflerin sesli harfler ve sessiz harfler, sesli harflerin de kalın sesliler ve ince sesliler olmak üzere kısımlara ayrıldıkları gibi Arap alfabesindeki harfler de fısıltı şeklinde çıkarılan harfler, karın boşluğundan çıkarılan harfler, dudaklardan çıkarılan harfler, vurgulu harfler vs. kısımlara ayrılır. Bu gruplardan her birinin harf sayısının yarısı sure başlarında kullanılmıştır. (Beydavi, 1, 87)

Ayrıca sayısı yirmi dokuz olan alfabe harflerinin on dördü sure başlarında geçmektedir.

  1. Kur’an’ın indiği dönemde Arap şiirinde de benzer bir kullanım söz konusudur.
  2. Bu harflerin başında bulundukları surelerde, çoğunlukla bu harflerden hemen sonra Kur’an-ı Kerim’den söz edilmektedir. Eğer bu harflerden hemen sonra Kur’an-ı Kerim’den söz edilmemişse, aynı surede mutlaka Kur’an’ın ALLAH kelamı olduğuna vurgu yapan ve Kur’an’la meydan okuyan ayetler zikredilmektedir. Nitekim Bakara Suresi’nde de mukatta’a harflerinden hemen sonra Kur’an’dan söz edilmektedir.

Bu tespitlerden sonra söz konusu harflerin, Kur’an’ın icazı ile ilgili olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Birçok müfessir de bu görüştedir. Mesela Yahya b. Ziyad el-Ferra, Kutrub, Müberred gibi dilcilerle Ebu Müslim el-İsfahani, Zemahşeri, Beydavi ve ibnu Teymiyye gibi alimleri bunların arasında zikredebiliriz.

Sanki bu harflerle anlatılmak istenen şudur: Ey insanlar, konuşmanızda ve yazmanızda siz de malzeme olarak bu harfleri kullanıyorsunuz, Kur’an da bu harfleri kullanıyor. Malzeme aynı malzemedir. O halde Kur’an’ın ALLAH tarafından olmadığını iddia ediyorsanız, onun bir benzerini getiriniz. Benzerini getiremediğinize göre, Kur’an’ın ALLAH kelamı olduğunu kabul edin, buna inanın.” (Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 22)

“Onlarla (Mukattaa Harfleriyle) ALLAH’ın isim ve sıfatları, yaratıklarına ihsan ettiği nimetleri, İslam ümmetinin akıbeti, bu ümmetin halife ve devlet başkanlarının sayısı ve İslam ümmetinin yayılacağı yerler semboller halinde anlatılmış da olabilir.” (Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 55)

 

2/ BAKARA: 2- BU KİTAP, KENDİSİNDE HİÇBİR ŞÜPHE YOKTUR, TAKVA SAHİPLERİ İÇİN BİR HİDAYETTİR (YOL GÖSTERİCİ).

AYETİN KENDİNDEN ÖNCEKİ AYETLERLE İLİŞKİSİ :

“Fatiha Suresi’nde ‘Bizi doğru yola ilet’ diye yapılan duaya, bu ayette, insana doğru yolu Kur’an’ın göstereceği belirtilerek bir tür cevap verilmektedir. Kur’an-ı Kerim aynı zamanda ‘İman edenler için o bir hidayet ve şifadır’ (41/Fussilet: 44), Mü’minlerin imanını, kâfirlerin ise inkârını arttırır. (5/Maide: 64, 68; 9/Tevbe: 124, 125; 17/İsra: 41).” (Kolektif, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 7)

 

AYETİ TEFSİR EDEN DİĞER AYETLER :

“Bu kitap, kendisinde hiçbir şüphe yoktur…”

“Bu Kur’an, ALLAH’tan başkası tarafından uydurulacak bir şey değildir. Ancak o, kendinden öncekileri doğrulayan ve Kitab’ı (ALLAH’ın ilmi, Levh-i Mahfuz) açıklayandır. Onda hiçbir şüphe yoktur. O, alemlerin Rabbindendir.” (10/Yunus: 37)

“Bu Kitab’ın alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur.” (32/Secde: 2)

 

“Takva” ve “Takva Sahipleri”:

“Onlar, gayba iman ederler. Namazı tam olarak kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan ALLAH yolunda harcarlar. Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. Onlar, ahirete de kesinlikle iman ederler. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.” (2/Bakara: 3-5)

“Sabır ve namazla ALLAH’tan yardım dileyin. Şüphesiz bu, takva sahiplerinden başkasına ağır gelir. Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve ancak O’na döneceklerini bilirler.” (2/Bakara: 45-46)

“Azık edinin. Azıkların en hayırlısı ALLAH’a karşı takvadır. O halde ey akıl sahipleri! Bana karşı takvalı olun.” (2/Bakara: 197)

“Kâfirlere dünya hayatı süslü gösterildi. Bu yüzden Mü’minlerle alay ediyorlar. Oysa kıyamet gününde takva sahipleri onlardan üstündür. ALLAH, dilediğine hesapsız rızık verir.” (2/Bakara: 212)

“İnsanlara, kadınlardan, oğullardan, kantarlar dolusu yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Asıl varılacak güzel yer ise ALLAH’ın katıdır. De ki: ‘Bunlardan daha iyisini size söyleyeyim mi? Takva sahipleri için, Rableri katında, içinden nehirler akan, sonsuza kadar kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve ALLAH’ın rızası vardır.’ ALLAH kullarını görmektedir.” (3/Al-i İmran: 14-15)

“Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olan, takva sahipleri için hazırlanan cennete koşun! O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta ALLAH için harcarlar. Öfkelerini yenerler. İnsanları bağışlarlar. ALLAH da böyle davrananları sever. Ve onlar bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri zaman, ALLAH’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten günahları ALLAH’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler.” (3/Al-i İmran: 133-136)  

“Ey iman edenler. (…) İyilik ve takvada yardımlaşın. Günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. ALLAH’tan korkun. Çünkü ALLAH’ın azabı çetindir.” (5/Maide: 2)

“Ey iman edenler! ALLAH için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın. Adil olun, takvaya yakışan budur. ALLAH’a karşı takvalı olun. Şüphesiz ki ALLAH yaptıklarınızdan haberdardır.” (5/Maide: 8)

“ALLAH, sadece takva sahiplerinden kabul buyurur.” (5/Maide: 27)

“Ey Ademoğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi… İşte o daha hayırlıdır!” (7/A’raf: 26)

“ALLAH’a karşı takva sahibi olanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman (ALLAH’ı) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (7/A’raf: 201)

“(…)Onun (Kâbe) koruyucuları ancak takva sahipleridir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (8/Enfal: 34)

“ALLAH’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek(ten kaçınmak) için senden izin istemezler. ALLAH, takva sahiplerini bilir. (9/Tevbe: 44)

“Orada (Dırar mescidi) asla namaza durma! Hiç şüphe yoktur ki başlangıcından itibaren takva üzere kurulan bir mescidde namaz kılman daha hayırlıdır. Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. ALLAH da temizlenenleri sever.” (9/Tevbe: 108)

“Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın. Onlar sizde bir katılık bulsunlar. Bilmiş olun ki ALLAH takva sahipleriyle beraberdir.” (9/Tevbe: 123)

“Takva sahiplerine vaad olunan cennetin durumu (şudur): Onun içinden nehirler akar. Meyveleri de süreklidir, gölgeleri de… İşte takva yolunu tutanların sonu budur. Kâfirlerin sonu da ateştir.” (13/Ra’d: 35)

“Takva sahipleri ise cennetlerde ve pınar başlarındadır. (Onlara): ‘Oraya emniyet ve selametle girin!’ (denilir). Onların kalplerindeki kini söküp, çıkarmışızdır. Onlar artık rahat tahtlar üzerinde, karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar. Orada onlara hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.” (15/Hicr: 45-48)

“Takva sahipleri de: ‘Rabbiniz ne indirdi?’ denildiği zaman: ‘Hayır (indirdi)’ dediler. Bu dünyada güzel amel işleyenlere (İslam’ı yaşayanlara) güzellik vardır. Ahiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir! Zeminlerinden nehirler akan Adn cennetlerine girerler. Orada, onlar için diledikleri her şey vardır. İşte ALLAH, takva sahiplerini böyle mükâfatlandırır.” (16/Nahl: 30-31)

“Şüphesiz ALLAH, Kendisine karşı takva sahibi olanlarla ve muhsinlerle (ALLAH’ı görüyormuşçasına ibadet eden ve iyilik yapmayı adet haline getiren) beraberdir.” (16/Nahl: 128)

“Rahman’ın kullarına söz verdiği Adn cennetlerine… Şüphesiz ki O’nun vaadi hep yerine getirilmiştir. Orada hiç boş söz işitmezler. Sadece ‘Selam!’ denildiğini duyarlar. Orada sabah, akşam ziyafetleri de hazırdır. Kullarımızdan takva sahibi kimselere vereceğimiz cennet işte budur.” (19/Meryem: 61-63)

“(…) Güzel sonuç, takva sahiplerinindir.” (20/Taha: 132)

“Celalim hakkı için Biz, Musa’ya ve Harun’a takva sahipleri için Furkan’la (Tevrat) birlikte bir ışık ve bir öğüt verdik. O takva sahipleri ki, görmedikleri halde Rablerine candan saygı duyarlar. Kıyametten de titrerler.” (21/Enbiya: 48-49)

“Elbette onların (kurbanlıkların) ne etleri, ne kanları ALLAH’a ulaşmaz. O’na ancak sizin takvanız ulaşır.” (22/Hac: 37)

“Her kim ALLAH’a ve Rasulü’ne itaat eder, ALLAH’a karşı takva sahibi olur ve O’ndan sakınırsa, işte asıl kurtulanlar, onlardır.” (24/Nur: 52)

“De ki: ‘Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaad edilen Huld (sonsuzluk) cenneti mi?’ Orası, onlar için bir mükâfat ve (huzura kavuşacakları) bir varış yeridir. Onlar için orada ne isterlerse vardır ve sonsuza kadar kalacaklardır. İşte bu, Rabbinin üzerine aldığı (ve yerine getirilmesi istenen) bir vaaddir.” (25/Furkan: 16-17)

“İşte bu bir hatırlatmadır. Doğrusu takva sahipleri için güzel bir gelecek vardır. Kapıları yalnızca kendilerine açılmış Adn cennetleri vardır. Onlar, tahtlara yaslanıp kurularak, orada birçok meyve ve içecek isterler. Yanlarında, eşlerinden başkasına bakmayan, kendilerine yaşıt güzeller vardır. İşte! Hesap günü için size vaad olunan şeyler bunlardır. Şüphesiz bu, Bizim verdiğimiz rızıktır. Ona bitmek ve tükenmek yoktur.” (38/Sad: 49-54)

“Fakat Rablerine karşı takva sahibi olanlara üst üste yapılmış, altlarından nehirler akan köşkler vardır. Bu, ALLAH’ın verdiği sözdür. ALLAH verdiği sözden caymaz.” (39/Zümer: 20)

“Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya! İşte takva sahipleri onlardır.” (39/Zümer: 33)

“Rablerine karşı takva sahibi olanlar da (Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da) zümre zümre cennete sevk olunmaktadır. Sonunda ona vardıkları ve kapıları açılıp bekçileri, onlara: ‘Selam sizlere! Tertemiz oldunuz. Sonsuza kadar kalmak üzere girin buraya!’ diye selam durdukları, Onlar da: ‘Hamd olsun ALLAH’a ki, bize verdiği sözde durdu ve dilediğimiz yerinde oturacağımız cennete bizi yerleştirdi’ dedikleri zaman… Bak, artık ne güzelmiş mükâfatı o çalışanların.” (39/Zümer: 73-74)

“Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle, bir kadından yarattık. Ve birbirinizi tanımanız için milletlere ve kabilelere (ya da soy, boy, sülale gibi alt kollara) ayırdık. Muhakkak ki, ALLAH katında en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.” (49/Hucurat: 13)

“Cennet de takva sahiplerine yaklaştırılmıştır, uzak değildir. İşte size söz verilen cennet! Ki o, ALLAH’a yönelen, emirlerine riayet eden… Görmediği halde Rahman’a saygı gösteren ve daima Rabbine dönük bir kalp ile gelenlere mahsustur. Haydi selametle girin oraya! İşte bu, sonsuz yaşamın başladığı gündür. Orada kendileri için diledikleri her şey vardır. Ve Katımızda dahası da vardır.” (50/Kaf: 31-35)

“Şüphesiz ki takva sahipleri cennetlerde, pınar başlarındadır. Rablerinin kendilerine verdiklerini alarak… Onlar, bundan önce dünyada güzel davranan kimselerdi. Geceleri çok az uyurlardı. Ve seher vakitleri hep bağışlanma dilerlerdi. Ve mallarında isteyenler ve yoksullar için bir hak vardı.” (51/Zariyat: 15-19)

“Takva sahipleri ise cennetlerde nimet içindedirler. Rablerinin kendilerine verdikleriyle sevinirler. Ve Rableri onları cehennem azabından korumuştur. (Ve onlara denilir ki): ‘Yaptıklarınıza karşılık, afiyetle yeyin, için!’ Sıra sıra dizilmiş tahtlara yaslanarak… Biz, onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir.” (52/Tur: 17-20)

“Takva sahipleri cennetlerdedir. Nehirlerin kenarlarında… Güçlü ve yüce olan ALLAH’ın huzurunda, hak meclislerinde…” (54/Kamer:54-55)

“Şüphesiz takva sahipleri için Rableri katında Naim cennetleri vardır.” (68/Kalem: 34)

“Şüphesiz takva sahipleri o gün gölgelerde ve pınar başlarındadırlar. Ve canlarının çektiği meyveler arasındadırlar. İşlediğiniz amellere karşılık afiyetle yeyin, için! İşte Biz, Muhsinleri (ALLAH’ı görüyormuşçasına ibadet eden ve iyilik yapmayı adet haline getirenleri) böyle mükâfatlandırırız.” (77/Mürselat: 41-44)

“Takva sahipleri için de bir mükâfat ve mutluluk vardır. Bahçeler, bağlar, Göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar, Ve dolu kadeh(ler). Orada boş ve yalan söz işitmezler. Rabbinden bir karşılık, yeterli bir bağış olarak.” (78/Nebe: 31-36)

“Takva sahibi olan da, ondan (cehennem) uzaklaştırıldıkça uzaklaştırılır. O ki, malını (ALLAH için) verir, temizlenir. Ve onun yanında, hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur. (O) Sadece Yüce Rabbinin rızası için verir. Yakında Rabbi de onu razı edecektir.” (92/Leyl: 17-21)

“Ne dersin, o (kul) doğru yolda ise! Ya da takvayı emrediyorsa! Ne dersin, o (engelleyen) yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa!” (96/Alak: 11-13)

“Takva sahibi, takvasının görülmesinden sakınan ve ona güvenmeyen, kurtuluşunu ise sadece Mevla’sının lütfunda gören kimsedir.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 37)

 “Malik bin Dinar: ‘Kıyamet, takva sahiplerinin düğünüdür’ demiştir.” (Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 131)

“Takva sahibi, takvasının görülmesinden sakınan ve ona güvenmeyen, kurtuluşunu ise sadece Mevla’sının lütfunda gören kimsedir.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 37)

 

“Kitab’ın Hidayet (yol gösterici) Oluşu”:

“O sayılı günler, Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu gösteren, insanlara hidayeti ve doğruyu yanlıştan ayırmayı açıklayan Kur’an, bu ayda indirildi.” (2/Bakara: 185)

“Ey insanlar! Size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” (4/Nisa: 174)

“Elif, Lam, Ra. Bu, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, Aziz ve Hamid olan ALLAH’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz Kitap’tır.” (14/İbrahim: 1)

“Gerçekten bu Kur’an, insanları en doğru yola iletir. Salih ameller işleyen (İslam’ı yaşayan) Mü’minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (17/İsra: 9)

“Celalim hakkı için Biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa’ya –düşünüp, öğüt alsınlar diye- insanlar için apaçık deliller ve hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab’ı vermişizdir.” (28/Kasas: 43)

“Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilirler. Ve onun Aziz ve Hamid olan ALLAH’ın yoluna ilettiğini görürler.” (34/Sebe: 6)

“ALLAH sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir Kitap olarak indirdi. Rablerine saygısı olanların onunla derileri ürperir, sonra derileri de, kalpleri de ALLAH’ın zikrine (ısınıp) yumuşar. İşte bu (Kitap), ALLAH’ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama ALLAH kimi sapıklığında bırakırsa, artık ona yol gösteren olmaz.” (39/Zümer: 23)

“De ki: ‘O (Kur’an), iman edenler için hidayet ve şifadır.’ İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar).” (41/Fussilet: 44)

“İşte yol gösterici budur (Kur’an). Rablerinin ayetlerini tanımayanlar için çetin bir azap vardır.” (45/Casiye: 11)

“(Cinler) Ey halkımız!’ dediler. ‘Doğrusu biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir Kitap dinledik.” (46/Ahkaf: 30)

“De ki: ‘Cinlerden bir topluluğun Kur’an dinleyip şöyle dedikleri bana vahyolundu: ‘Biz, harikulade güzel bir Kur’an dinledik.’ ‘Doğru yola götürüyor. Ona iman ettik. Artık Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.” (72/Cin: 1-2)

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ :

“kitab”

“Kur’an-ı Kerim’de ‘kitab’ kelimesiyle bazen Kur’an-ı Kerim’in kendisi, bazen Tevrat, bazen bunların ve indirilmiş diğer semavi kitabların kaynağı olan ALLAH katındaki ana kitab ve bazen de evrende cereyan eden her şeyin yazılı olduğu kader/kaza kitabı kastedilir.” (M. Said Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 25)

 

“şüphe”

“(Rayb=Şüphe) İnsanda herhangi bir kuşkunun, rahatsızlık veren bir şeyin meydana gelmesidir. Gerçekte ise bu, insanda ruh bozukluğu ve bundan doğan bir ıstıraptır. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)  bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: ‘Sana şüphe veren şeyi bırak, şüpheye düşermeyeni al. Doğrusu şek (kuşku) huzursuzluk doğurur. Doğruluk ise gönül huzurudur, tümüyle tatmin olmak rahata kavuşmaktır.’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 200)

 

“kendisinde hiçbir şüphe yoktur”

“O kadar açık ve delili o kadar parlaktır ki akıllı kimse ona iyice baktıktan sonra onun icaz derecesine varacak şekilde vahiy olduğunda şüphe etmez, demektir; yoksa ‘hiç kimse ondan şüphe etmez’ demek değildir. Baksanıza, Yüce ALLAH: ‘Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz Kur’an’ın ALLAH sözü olduğundan şüphe ediyorsanız siz de onun benzeri bir sure meydana getirin.’ (2/Bakara: 23) demiştir. O, böylece onlardan şüpheyi uzaklaştırmış değildir; bilakis onlara bunu izale edecek yolu göstermiştir. O da onun bir bölümüne karşı koymak için var güçleriyle çalışmalarıdır. Sonunda bunu yapamayınca da gerçek onlara şüphe ve tereddüde yer kalmayacak şekilde görünür.” (Kadı Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, 1, 38)

“Şüphenin hiçbir şekli söz konusu değildir. Rayb’ın/şüphenin reddedilmesi onun zıddını gerektirir. Rayb ve şüphenin zıddı ise yakîn (kesin bilgi)dir. Öyleyse bu Kitab şüpheyi gideren yakîni (kesin bilgiyi) içermektedir. İşte bu oldukça faydalı bir kaidedir. Yani övmek kastı ile zikredilen bir nefyin mutlaka o nefyin zıddı olan mükemmelliği ihtiva etmesi gerekir. Yoksa nefy, yokluktur, mutlak yoklukta ise herhangi bir övgü yoktur.

Bu Kitab, yakîni kapsadığından ve hidayet te ancak yakîn ile elde edildiğinden ötürü, Yüce ALLAH: ‘Korunup sakınanlar için bir hüdadır’ diye buyurmaktadır.” (Abdurrahman es-Sa’di, Tefsiru’s-Sa’di, 1, 50)

“Kur’an, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalplerinizin hastalığından ve tabiatınızın sekametinden neş’et ediyor.’ Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz/Risale-i Nur Külliyatı, 1, 1234)

 

“takva ve takva sahipleri”

“Taberi, ‘takva sahipleri’nin tanımıyla ilgili açıklamalardan en doğru olanın, ‘Takva sahiplerinden maksat, ALLAH’ın yasakladığı şeylerden kaçınan ve ALLAH’ın emrettiği şeyleri yerine getirerek O’na itaat eden kimselerdir’ diyen görüş olduğunu söylemiş, ayetin genel ifadesinin bunu gerektirdiğini, ayeti, takvanın herhangi bir dalına tahsis etmeye dair herhangi bir delil bulunmadığını belirtmiştir.” (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 111)

“Kul, sakıncalı şeylerden kaçınmak için, sakıncalı olmayan şeyleri de terk etmedikçe muttakiler derecesine ulaşamaz’ (Buhari, İman, 1, 1/8) İbn Abbas’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Muttakiler, arzularının meylettiği şeyi terk etme hususunda ALLAH’ın azabından sakınan ve Cenab-ı ALLAH’tan gelen şeyi tasdik ederek de rahmeti ilahiyeyi uman kimselerdir.’

Takva, ‘haşyet’ (tazim ve saygıdan ileri gelen korkma) manasınadır. Nitekim, Yüce ALLAH: ‘Ey insanlar, Rabbinizden ittika edin (korkun)’ (4/Nisa: 1) buyurmuştur.

(…)

Takvanın gerçeği her ne kadar zikrettiğimiz şeylerse de, o, Kur’an’da asli manası bazen iman, bazen tevbe, bazen taat, bazen günahı terk ve bazen de ihlas olmak şeklinde yer almıştır.

(…)

Bil ki takva makamı çok şerefli bir makamdır. Cenab-ı ALLAH: ‘Hiç şüphesiz ki ALLAH, ittika edenlerle ve Muhsinlerle beraberdir.’ (16/Nahl: 128) ve ‘Sizin ALLAH katında en şerefliniz en muttaki olanınızdır.’ (49/Hucurat: 13) buyurmuştur. İbn Abbas’ın (ra) rivayetine göre Hz. Peygamber (sas): ‘İnsanları en şereflisi olmak isteyen ALLAH’dan ittika etsin (korksun). İnsanların en güçlüsü olmak isteyen, ALLAH’a tevekkül etsin ve insanların en zengini olmak isteyen, kendi elindekinden daha çok ALLAH’ın kudret elinde olana güvensin’ (Tirmizi, Zühd, 29, 4/571) buyurmuştur.

(…)

Hz. Ali de: ‘Takva, günahlara devam etmeyi ve yaptığı ibadetlerle aldanmayı bırakmaktır’ demiştir. Hasan el-Basri: ‘Takva, ALLAH’tan başkasını ALLAH’a tercih etmemen ve bütün işlerin ALLAH’ın kudretinde olduğunu bilmendir’ demiştir.

İbrahim b. Edhem: ‘Takva, mahlûkatın senin lisanında, meleklerin senin işlerinde ve Arş meleklerinin de senin sırrında (gönlünde) bir kusur bulamamasıdır’ demiştir.

Vakıdi de: ‘Takva, insanlara karşı dış görünüşünü süslediğin gibi, Cenab-ı ALLAH’a karşı sırrını (içini, gönlünü) süslemendir’ demiştir. ‘Takva, seni Mevla’nın yasak kıldığı bir yerde görmemesidir’ diye ve ‘Muttaki, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sas) yoluna girip, dünyayı arkasına atan, nefsini ıhlas ve vefaya zorlayan haram ve zulmü terk eden kimsedir’ diye tarifler yapılmıştır. (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 1, 444 v.d.)

“Takvanın dilde asıl olarak, az söz söylemek demek olduğu söylenmiştir. Bunu nakleden İbn Faris’tir. Derim ki: ‘Takva sahibi gemlenmiştir (fazla konuşmaz) muttaki de Mü’min ve itaatkârın üstündedir’ hadisindeki (Hadis olarak tesbit edilemedi) ‘muttaki’ kelimesi de bu anlamdadır. Salih ameli ve ıhlaslı duasıyla Yüce ALLAH’ın azabından kendisini koruyan kimseye muttaki denir.

(…)

Ömer b. El-Hattab (ra), Ubey b. Ka’b’a takvanın mahiyeti hakkında soru sorunca Ubey ona: ‘Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü?’ diye sormuş, Hz. Ömer: ‘Evet’ demiş. Bu sefer: ‘Peki böyle bir yolda yürürken ne yaptın?’ diye sorunca Hz. Ömer: ‘Elbiselerimi topladım ve mümkün olduğu kadar korundum’ deyince, Ubeyy: ‘İşte takva budur’ cevabını vermiş.” (İmam Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 405)

“İbn Abbas: ‘Muttakiler, bildikleri hidayeti terk etmede ALLAH’ın azabından korkanlar, getirdiği şeyleri tasdik etmede ALLAH’ın rahmetini umanlardır’ demiştir. (…) Hasan Basri: ‘Muttakiler, ALLAH’ın haram ettiği şeylerden sakınan ve farzlarını yerine getirenlerdir’ demiştir. (…) Katade: ‘Muttakiler, Yüce ALLAH’ın arkadan gelen ayette: ‘Onlar, gayba iman ederler. Namazı tam olarak kılarlar…’ (2/Bakara: 3) diye nitelediği kimselerdir’ demiştir. (…) Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Kul, mahzurlu olmayanları, mahzurlu olur endişesiyle terk etmedikçe muttakilerden olamaz.’ Tirmizi bu hadis için hasen, gariptir demiştir.” (İbn Kesir, Tefsir’ül-Kur’an’il-Azim, 1, 103)

“Takva, Muhammed b. El-Hanefiyye’ye göre: ‘Seni Yüce ALLAH’tan uzaklaştıran her şeyden sakınmaktır.’

(…)

Bazı hikmet pirlerine göre de: ‘Kişinin takvanın zirvesine ermesi, ancak kalbinden geçenlerin bir tabağa konulup da çarşıda pazarda dolaştırıldığında ona bakanlardan utanmadığı bir hale gelmekle olur.’

(…)

Takva konusunda gerçek şudur:

Takvanın üç mertebesi vardır:

Birincisi: Küfürden uzak kalmak suretiyle ebedi azaptan korunmaktır. Fetih Suresi’nin: ‘ALLAH, Resulünün ve Mü’minlerin üzerine sekinetini indirdi ve onları takva kelimesine bağladı (ilzam etti). Zaten onlar buna ehak ve ehil idiler. ALLAH her şeyi hakkıyla bilendir’ (48/Fetih: 26) mealindeki 26. ayette geçen takva sözü bu suretle yorumlanmaktadır.

İkincisi: Fiil olsun, fiilin terki olsun, bütün günahlardan sakınmaktır. Hatta bazılarına göre küçük günahlar da buna dâhildir. Şeriat örfündeki takva budur. A’raf Suresi’nin: ‘Eğer o memleketler halkı inansalar ve takva üzere olsalardı…’ (7/A’raf: 96) mealindeki 96. ayetinde geçen takvadan da bu mana kastedilmektedir.

Üçüncüsü: Gönlü Yüce Hak’tan başka her şeyden temizlemek ve bütün varlığı ile Cenab-ı ALLAH’a yönelmektir. İşte Al-i İmran Suresi’nin: ‘Ey iman edenler, ALLAH’tan gerçek takvanın gerektirdiği gibi korkup sakının ve her halde Müslümanlar olarak can verin’ (3/Al-i İmran: 102) mealindeki 102. ayetinde bu nevi takva emredilmektedir.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İrşad-ı Aklı Selim ila Mezayay-ı Kitab-il Kerim, 1, 82 v.d.)

“Muttaki: Korunma anlamına gelen ‘Vikaye’ kelimesinden türetilmiş ism-i faildir. Bu, hiçbir kuşkuya meydan bırakmaksızın kesin bir şekilde korunan demektir. Aslında ‘ittika’, iki şey arasındaki engele verilen isimdir. Mesela: Adam elindeki kalkanıyla korundu, onu kendisine siper etti, denilir. Bu, kişinin kendisiyle hedef aldığı şey arasında, korunmak için bir siper yaptığı anlamına gelir. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: ‘Savaş tam olarak kızıştığında biz Rasulullah’la korunurduk’ (Buhari, Müslim) Burada anlatılan şudur: Savaşın kızıştığı bir sırada, her konuda ALLAH’ın peygamberi sayesinde korunacağımıza inanıyorduk. Dolayısıyla takva sahibi de, ALLAH’ın emirlerine yapışmanın ve yasaklarından kaçınmanın kendisi ile azap arasında bir engel olduğunu kabul ediyor. Çünkü bu sayede kendisiyle ALLAH’ın azabı arasında bir engel oluşturuyor.

Takva, şeriat örfünde, kişinin dünyadayken, kendisine ahirette zarar verebilecek şeylerden olabildiğince uzak durmasıdır.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 60)

“Muttaki’nin ‘ALLAH’tan korkan’ şeklinde alışılagelen çevirisi, bu ibarenin olumlu içeriğini yeterli biçimde yansıtmaz-yani, O’nun her zaman ve her yerde hazır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme arzusunu… Öte yandan, bazı çevirmenlerce benimsenen ‘kötülükten sakınan’ veya ‘sorumluluğu konusunda dikkatli olan’ şeklindeki çeviri ise, ‘İlahi sorumluluk bilinci’ kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 4)

“Muttakilere/korunup sakınanlara gelince onlar hidayeti elde etmek için gerekli olan en büyük sebebi gerçekleştirmiş olanlardır. Bu ise takvadır, takvanın hakikati ise: Yüce ALLAH’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle ALLAH’ın gazabına ve azabına karşı koruyucu şeyleri edinmektir. İşte böyle kimseler Kur’an ile hidayet bulurlar ve ondan en ileri derecede yararlanırlar. Nitekim Yüce ALLAH: ‘Ey iman edenler! Eğer ALLAH’tan korunursanız (takvalı olursanız) O, size bir Furkan verir’ (8/Enfal: 29) diye buyurmaktadır. Öyleyse, hem Kur’ani ayetlerden hem kevni ayetlerden yararlanabilenler korunup sakınanlardır/muttakilerdir.

Çünkü hidayet, ‘beyani hidayet’ ve ‘tevfiki hidayet’ olmak üzere iki türlüdür. Korunup sakınanlar bu iki hidayeti de elde ederler. Onların dışındakiler ise tevfiki hidayeti ele geçiremezler. Gereğince amel edebilme başarısı olmaksızın beyani hidayet ise hiçbir şekilde gerçek ve tam bir hidayet değildir.

Daha sonra Yüce ALLAH korunup sakınanları/muttakileri inanç ve zahiren görünen ve görünmeyen ameller ile –çünkü takva bütün bunları kapsamaktadır-nitelendirmektedir.” (Abdurrahman es-Sa’di, Tefsiru’s-Sa’di, 1, 50)

“Takva, ibadet ve güzel işler yaparak zarar veren şeylerden kendini korumak demektir. ALLAH’a itaatten bahs edildiği yerde takva ‘ihlas’ anlamında, günahtan korunmaktan söz edildiğinde ise o günahtan sakınma anlamındadır. Buna göre takva sahipleri, ALLAH’ın buyruklarını tutan, yasaklarından kaçınan ve böylece kendilerini O’nun azabından korumaya çalışan kimselerdir.” (Kolektif, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 7) 

 

“hidayet”

“Bazen hidayet denir kalpte yerleşen iman kastedilir. Bunu da kalplere ancak Yüce ALLAH yerleştirir. Yüce ALLAH şöyle demiştir: ‘Şüphesiz sen sevdiğini hidayet edemezsin’ (28/Kasas: 56). ‘Onları hidayet etmek senin üzerinde değildir’ (2/Bakara: 272). ‘ALLAH kimi saptırırsa onu hidayet edecek yoktur’ (7/A’raf: 186). ‘ALLAH kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa onun için doğruyu gösterecek bir dost bulamazsın’ (18/Kehf: 19). Daha bunlardan başka ayetler de vardır. Bazen de ‘hidayet’ denir ondan, hakkın açıklanması, izahı ve gösterilmesi kastedilir. Yüce ALLAH şöyle demiştir: ‘Gerçekten sen doğru yola hidayet edersin’ (42/Şura: 52). ‘Sen ancak bir uyarıcısın, her toplumun bir hidayet edeni (rehberi) vardır’ (13/Ra’d: 7). ‘Semud kavmine gelince onları hidayet ettik. Onlar körlüğü hidayete tercih ettiler’ (41/Fussilet: 17). ‘Ona iki yolu da hidayet ettik’ (90/Beled: 10). İki yoldan maksat, bazılarına göre hayır ve şerdir.” (İbn Kesir, Tefsir’ül-Kur’an’il-Azim, 1, 103)

“Kâfirler ve münafıklar iki sapma ile karşı karşıya oldukları gibi, muttakiler de iki hidayet ile karşı karşıyadırlar.

İkinci hidayet Kur’an aracılığıyla gerçekleşirken, birinci hidayet Kur’an’dan önce ve dejenere olmamış fıtrat sayesinde gerçekleşir. Fıtrat, bozulmadığı takdirde, zatı itibariyle dışındaki bir etkene muhtaç olduğunu görür. Aynı şekilde onun gibi his, vehim veya akıl ile algılanabilecek şeylerin de, ihtiyaç zincirinin son bulduğu noktada, dışlarındaki bir varlığa muhtaç olduklarını teslim eder. Dolayısıyla fıtrat, duyuları tarafından algılanmayan görünmez bir varlığa inanır. Her şeyin bu varlıktan geldiğini ve onda noktalanacağını kabul eder. Bu varlığın, yaratıklarının ihtiyaç duydukları hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi, insanları helak edici ameller ve huylardan kurtaracak şeye hidayet etmeyi de ihmal etmediğini kavrar.

İşte bu, dinin temelini oluşturan tevhid, nübüvvet ve mead (ahiret) inancıdır. Bu inanç da, Yüce ALLAH’ın Rablığı karşısında huzu ve huşu sunmayı; mal, mevki, ilim ve fazileti de bu hususun canlandırılıp yaygınlaştırılması için kullanmayı gerektirir. Bu iki husus ise, namaz ve infak şeklinde somutlaşmaktadır.

Böylece öğrenmiş bulunuyoruz ki, burada Yüce ALLAH’ın onlar için sıraladığı nitelikler, bozulmamış fıtrattan kaynaklanan niteliklerdir. Ayrıca Yüce ALLAH, onlara ek bir vaatte bulunuyor ve bunu da hidayet olarak nitelendiriyor. Şu halde, onların sergiledikleri bu olumlu ameller, iki hidayet arasında gerçekleşmektedir. Biri geçmiş, biri de bunu izleyen hidayet. Bu iki hidayet arasında da doğru inanç ve salih amel gerçekleşir. Yüce ALLAH’ın bahşettiği ikinci hidayetin sağlam ve bozulmamış fıtrattan kaynaklanan birinci hidayetin bir sonucu olduğuna kanıt oluşturacak birçok ayet vardır: ‘ALLAH, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sabitleştirir’ (14/İbrahim: 27). ‘Ey inananlar, ALLAH’tan korkun, O’nun Resulune inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın’ (57/Hadid: 28). ‘Siz ALLAH’a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar’ (47/Muhammed: 7). ‘ALLAH zalimler topluluğunu doğru yola iletmez’ (61/Saff: 7). ‘ALLAH, fasıkları doğru yola iletmez’ (61/Saff: 5). (Muhammed Hüseyn Tabatabai, el-Mizan fi Tefsir-il Kur’an, 1, 91)

 

“…takva sahipleri için bir hidayettir (yol gösterici).”

“Burada, Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinin, sadece ALLAH’tan korkanlara yani takva sahiplerine ait olduğu zikredilmektedir. Çünkü Kur’an, Mü’minlerin kalpleri için bir şifa, inkârcılar için de onların gözlerini kör eden bir perdedir.

Nitekim diğer ayet-i kerimelerde de Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır:

“De ki: ‘O (Kur’an), iman edenler için hidayet ve şifadır.’ İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar).” (41/Fussilet: 44)

“Biz, Kur’an’dan parça parça öyle bir şey indiriyoruz ki, o, Mü’minler için bir şifa ve rahmettir. Zalimlerin ise sadece zararını arttırır.” (17/İsra: 82) (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 109)

“Kul, Kitab’a inanıp genel olarak onunla hidayete erer, onun buyruklarını baş tacı eder ve içerdiği haberleri doğrularsa, onun bu durumu daha üstün olan başka bir hidayete vesile olur. Çünkü hidayetin sonu yoktur.  Kul, hidayet konusunda hangi mertebeye ulaşırsa ulaşsın, onun ulaştığı mertebenin üstünde başka bir hidayet mertebesi vardır. Kul, Rabbinden sakındıkça başka bir hidayet mertebesine yükselir. O takvada yükseldikçe hidayetinin mertebesi de yükselir. Takvası irtifa kaybedince hidayetinin irtifası da düşer. Takva ve hidayet doğru orantılıdır. ALLAH’tan sakındıkça hidayeti artar, hidayeti arttıkça takvası artar.” (İbn Kayyım Tefsiri, Bedâi’ut-Tefsir, 1, 148)

“Onun muttakiler için bir hidayet rehberi’ olduğunu söylemiştir. Böylece bu husus, muttakilerin, bütün insanlar olduğunu gösterir. Demek ki muttaki olmayan adeta insan değildir.” (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 1, 446)

“Bazı sahabilerden, ‘hüden lilmuttakin’ muttakiler için nurdur, dediklerini rivayet etmişlerdir. Şa’bi de: ‘Sapıklıktan hidayettir’ demiştir. Said b. Cübeyr de: ‘Muttakiler için açıklamadır’ demiştir ki hepsi de doğrudur.” (İbn Kesir, Tefsir’ül-Kur’an’il-Azim, 1, 102)

“Takva sahipleri için’ gerek şimdi ve gerekse ileride takva ile nitelenenler için ‘bir hidayettir’, bir yol gösterici ve bir açıklamadır. Hidayetin takva sahiplerine özgü kılınması, bu kimselerin Kur’an nurundan bir şeyler kapabilmelerinden, bundan yararlanmalarındandır.

(…)

‘Teysir’ adlı eserde şöyle denilmektedir: ‘Nitekim hep aynı şeyden yararlananlar için, ‘bu, yalnız sana aittir, sadece sen bundan yararlanacaksın’ denir; buna rağmen bir başkasının da bundan yararlanamayacağı manası çıkmaz. Dolayısıyla bazı kimselerin hidayete ermemeleri, bu kitabı hidayet kaynağı olmaktan çıkaramaz. Mesela körün güneşten yararlanmaması, ya da onu görmemesi dolayısıyla güneşin varlığını inkâra kalkışması ile güneş reddedilmez. Ağzının tadını bilmeyenin bunu kabul etmemesi, balın bal olduğu gerçeğini değiştirmez. Koku alma duyusu her hangi bir sebeple bozulmuş olan kimsenin misk kokusunu duymaması, onun iyi olmadığından değil, burnunun kokuyu almamasındandır. Önünden tatlı ve berrak bir akarsuyun akıp gitmesine rağmen, susuzluktan ölmek üzere olan kimseye yazıklar olsun! (…) Bunun için Rabbimiz şöyle buyuruyor: ‘Muhakkak o (Kur’an), kâfirler için bir üzüntüdür’ (69/Hakka: 50).” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 60)

“Bu Kitab, bütün insan türüne hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten yararlanmanın ilk şartı sakınmayı seçmek, yani korunmayı istemektir. Öyleyse ilkönce korunmayı istemeye bakınız ki murada eresiniz.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 174)

“(Bu ayet) Fatiha’daki ‘İhdina=Bize hidayet et=Bizi doğru yola ilet’ duasının cevabı olmuştur. Dikkat edilirse bu söz düzeninde öyle güzel bir açılım vardır ki, ilkönce yazılış açısından üç basit harften, lafız olarak üç tekil isme açılıyor. İkinci olarak bunların her birine benzer gibi üç özlü cümle yayılıyor. Üçüncü olarak bu yüce söz düzeni, asıl anlamı olduğu gibi sabit olmak üzere değişik irab şekillerini içine alarak her birinde özel bir parıltıyla tecelli ediyor. Sonra bunları aynı şekilde üç ayet ve üç kıssa izleyecek ve daha sonra da ‘Ey insanlar, ibadet edin’ (2/Bakara: 21) genel hitabıyla surelerin amaçları yavaş yavaş açılmaya devam edecektir. Bu açıklamanın açılım stili Kur’an’a bir örnek vermek için ne kadar dikkate değerdir!” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 177)

“Bu, mürsel veya akli bir mecazdır. Hidayet, Kur’an-ı Kerim’e isnad edilmiştir. Çünkü o, hidayetin sebebidir. Hakikatte hidayet veren ise Yüce ALLAH’dır.” (Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir, 1, 62)

“Kur’an’ın bir insan hakkında gerçek bir yarara ve işlevsel bir değere sahip olabilmesi için o insanın sıradan biri değil, “takva sahibi” olması gereklidir. Ve bu açıdan ayette ‘bütün insanlar’ yerine ‘takva sahipleri’ denmiş olması hem ilginç hem de önemlidir. Nitekim Hâkka Suresi’nin 50. ayetinde de: ‘Muhakkak o (Kur’an) kâfirler için bir üzüntüdür’ denir.” (Said Alpsoy, Kur’an Nuru/Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 13)

 

2/ BAKARA: 3- ONLAR GAYBA İMAN EDERLER. NAMAZI TAM OLARAK KILARLAR VE KENDİLERİNE VERDİĞİMİZ RIZIKTAN ALLAH YOLUNDA HARCARLAR.

AYETİN KENDİNDEN ÖNCEKİ AYETLERLE İLİŞKİSİ : 

“Terk etmek demek olan takvayı, Cenab-ı ALLAH, iman, namaz ve zekât demek olan yapmadan, işlemeden önce getirdi. Çünkü kalp, gerçek inanç ve yüksek ahlak nakışlarını kabul eden bir ayna gibidir. Levhanın ise ilk önce üzerine güzel nakışların vurulabilmesi için, kötü nakışlardan temizlenmesi gerekir. Ahlak hakkında söylenecek söz de böyledir. Bu sebepten dolayı Cenab-ı ALLAH, uygunsuz hareketleri terk etmek demek olan takvayı önce zikretmiş, ondan sonra da yapılması gereken şeyi söylemiştir.” (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 1, 449)

“Bu ayet Mü’minleri metheder, evvelki ayet te Kur’an’ı metheder. Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe dönük bir tümevarım delilidir ve hidayetin meyvesi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü Mü’minleri medh etmekle imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise bir tür hidayettir. (…)

Kalb, takva ile kötülüklerden temizlenir temizlenmez, hemen onun ardından imanla donatılmış ve süslendirilmiştir.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı-2, 1171)

 

AYETİN BÜTÜNÜ HAKKINDA :

“Bunun bir benzeri de Lokman Suresi’nde yer almaktadır: ‘Onlar ki, namazı tam olarak kılarlar, zekâtı verirler ve onlar ahirete de kesin olarak iman ederler.” (31/Lokman: 4)

Bu iki ayet, ashab-ı Nebi’nin (s.a) Mü’min ve muhacirleri hakkında inmiştir.” (Mukatil bin Süleyman, Tefsir-i Kebir, 1, 50)

“Onlar, gayba iman ederler. Yani, gözleriyle görmedikleri, cennete, cehenneme, sevaba, günaha, cezaya, mükâfata içten inanırlar. Ve ALLAH’a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere de iman ederler. Namazı dosdoğru kılarlar. Yani, İbn-i Abbas’ın da dediği gibi, o namazı, rükûunu, secdesini, kıraatını ve huşuunu tam yaparak, kendilerine farz kılındığı şekilde hakkıyla eda ederler. İçinde haram bulunmayan helal malların zekâtlarını vermeleri ve övgüye layık olan diğer harcamalarda bulunmaları gibi, kendilerine rızık olarak verilen şeylerin temiz ve helal olanlarından ALLAH yolunda harcarlar.” (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 111)

“Bil ki kalp işi olan gaybe iman, bedenin işi olan namaz ve mala ilişkin olan sadakayı birlikte zikretmenin hikmeti teklifin üç kısımdan ibaret olup bir dördüncüsünün olmadığını vurgulamak içindir. Çünkü bu kısımların dışındakiler bunların ikisinin bir araya gelmesinden ibarettir, mesela hac, oruç vb. gibi.” (İmam Muhammed Cevzi, Zadü’l-Mesir, 1, 30)

“Bu ayette İslam binasından, imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve Şeriatta bunlar diğerlerinden önce farz kılınmıştır: Namaz, zekât. Çünkü bunlar bütün ibadetlerin aslıdırlar. Burada özellikle zikredilmeleri özelliklerinden kaynaklanmıyor, diğerlerinin çeşitlerine işareti de içerdiklerinden dolayıdır. Çünkü bütün ibadetler iki kısma ayrılır. Biri bedensel ibadetler, diğeri mali ibadetlerdir. Hac gibi hem bedensel ve hem de mala dayanan üçüncü bir kısım da bu iki oluşumun bileşimidir. Dolayısıyla namaz, bütün bedensel ibadetlerin temel temsilcisi; zekât da tüm mala dayanan ibadetlerin asıl mümessilidir ve bunlar imanın ilk yaptırımı ve amel açısından ilk açılımlarıdırlar. Buna göre bu ayet-i kerimede bütün iman ilkeleri gaybtan; bütün amellerin asılları da namaz ve ALLAH için harcamada özetlenerek İslam dininin ilmi, ameli, usûl ve füruu özetlenmiştir ki bunlar Fatiha’da ‘Biz, yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım bekleriz’ teminatıyla dosdoğru yol ve nihayet ‘hamd’ başlığı altında toplanmıştı.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 200)

“Bu ayetlerde biri temel diğeri de yapılanma ile ilgili iki mesele bulunmaktadır. Temel şudur: İman, namaz ve infak. Yapılanma ise, Kitaba tabi olmaktır. Bunun toplamı ise takvadır. Çoğu kimse bundan gafil kalarak kimisi ALLAH’ın kitabını askıya almak suretiyle takva sahipleri olduklarını sanmış, kimileri de namazı ve infakı askıya alarak ihmal etmiş ve buna rağmen takva sahipleri olduklarını zannetmişlerdir. Bütün bunların ışığında Rasulullah (sa)’ın Buhari ve Müslim’in müştereken rivayet ettikleri ‘İslam beş esas üzerine bina edilmiştir…’ hadisi anlaşılmalıdır. Burada, üzerinde bir yapının bulunduğu esas söz konusudur. Esas her ne kadar yapıdan bir parça ise de bunun temelidir. Yapılanma ise rükünlerdir. Ve onun üstündeki yapıdır. İşte bu da İslamdır.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 76)

“Muttakilerin niteliklerinden bu ayette sözü edilen üç nitelik, muttaki olmanın zorunlu hasletleridir. Kişinin bu nitelikleri arttıkça, takvası da o ölçüde artar. O halde bu niteliklerle takvası arasında sıkı bir ilişki vardır. Kişinin takvası arttıkça gayba imanı, namazını dosdoğru kılması ve infakı artar. Bunlar arttıkça da kişinin takvası fazlalaşır. Takvada eksilme ise, bu niteliklerde eksilmeye, bu niteliklerde eksilme de takvanın azalmasına sebep olur.

Ayetlerde zikredilen ‘gayba iman’ kalbin payı, ‘namaz’ bedenin payı, ‘infak’ ise malın payıdır. İnsan ancak bunları gerçekleştirmekle ALLAH’ın kendisine verdiği kalp/akıl, beden ve malın şükrünü yerine getirmiş olur.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 28)

“…kulun varlığı kalbi, bedeni ve malıyladır. Nitekim Mü’minler, kalpleriyle gayba iman ettiler, bedenleriyle namaz kıldılar, mallarıyla da ALLAH yolunda harcama yaptılar. Böylece ALLAH’a yakın olmanın özelliklerini hak ettiler. ALLAH’ın hakkını bütün olarak yerine getirmekle de özel kul olmanın değerine layık bir hale geldiler.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 39)

 “İbn Asakir, (…) Enes’ten bildiriyor: Rasulullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem): ‘Keşke kardeşlerimi görebilseydim’ deyince, sahabeden bir kişi: ‘Ey ALLAH’ın Rasulü! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?’ diye sordu. Rasulullah (O’na Binler Selam) : ‘Siz benim arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim ise benden sonra gelip, beni görmeden iman edecek olan kimselerdir’ buyurup, Bakara Suresinin 3. ayetini okudu.” (Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 136)

“Kulun varlığı, kalbi, bedeni ve malıyladır. Nitekim müminler, kalpleriyle gayba iman ettiler, bedenleriyle namaz kıldılar, mallarıyla da ALLAH yolunda harcama yaptılar. Böylece ALLAH’a yakın olmanın özelliklerini hak ettiler. ALLAH’ın hakkını bütün olarak yerine getirmekle de özel kul olmanın değerine layık bir hale geldiler.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 39)

“Resulullah (SAV): ‘Keşke kardeşlerimi görebilseydim’ deyince, sahabeden bir kişi: ‘Ey ALLAH’ın Resulü! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?’ diye sordu. Resulullah: ‘Siz benim arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim ise benden sonra gelip, beni görmeden iman edecek olan kimselerdir’ buyurdu ve bu ayeti okudu.” (Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 136)

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ :

“Onlar gayba iman ederler.”

“Gayb kelimesine çeşitli anlamlar verilmiştir. Gaybdan maksat ALLAH’tır. Çünkü varlığı göz ile görülmüyor. Fakat biz görüyormuşuz gibi kalbimizle tasdik, dilimizle ikrar ediyoruz. (…)

Haris b. Nasr’dan rivayet edilmiştir: Haris, Abdullah b. Mes’ud’a: ‘Ya Abdullah, siz imanı Rasulullah’tan öğrendiniz. Onu bizzat gördünüz. Dolayısıyla sizin mükâfatınız çok fazladır’ dedi. Bunun üzerine Abdullah şu cevabı verdi: ‘Sizin imanınızın mükâfatı ve sevabı bizimkinden daha büyüktür. Çünkü siz onu görmeden iman ettiniz. Zira imanın en üstünü gayba imandır.” (Müsned) (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 63)

“Müfessirler burada yer alan ‘gayb’ın ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi, bu ayet-i kerimede kastedilen gayb, Yüce ALLAH’tır demektedir. İbn el-Arabi bunu zayıf görmektedir. Kimisi kaza ve kaderdir. Kimisi, Kur’an-ı Kerim ve onda bulunan gayblerdir demişlerdir. Kimisi de gayb: Rasulullah’ın haber verdiği ve akıl ile bilinmeyen her şeydir: Kıyametin alametleri, kabir azabı, haşir, neşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem gibi. İbn Atiyye der ki: Bu görüşler arasında çelişki yoktur. Aksine gayb bunların hepsi hakkında kullanılabilir.” (İmam Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 408)

“Ebu Hayve (ra) anlatıyor: Biz, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Yanımızda Muaz bin Cebel de vardı. On kişi kadardık: ‘Ya Rasulullah, mükâfatı bizden daha büyük olan biri var mı? ALLAH’a iman ettik, sana tabi olduk?’ dedik. O da şöyle dedi: ‘İman etmenize ne mani vardı? Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem aranızda idi, gökten vahiy iniyordu. Sizden sonra gelecek olan bir toplum, onlara iki kapak arasında bir kitap gelir, ona iman eder ve içindekilerle amel ederler. İşte onlar mükâfat bakımından sizden iki kat üstündürler’ dedi.” (İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’an’il-Azim, 1, 107)

“İman, kalb ile onaylamak ve doğrulamaktır. Tasdik olunan şey, tasdik eden kimseyi güven ve emniyete kavuşturur. Bir başka ifadeyle iman, kişiyi azaba götüren şeylere yönelmekten ve onları işlemekten kurtararak güvenceye kavuşturur. ALLAH’ın güzel adlarından biri de ‘Mü’min’ dir. Çünkü ALLAH, fazlı ve keremi sayesinde kullarını azabından emin kılar.

El-Kevaşi’de şöyle deniliyor: ‘İman, şeriat dilinde kalb ile inanmak, dil ile söylemek ve azalarıyla da gereğini yapmaktır. İslam ise boyun eğmek ve teslimiyettir. Dolayısıyla her iman İslam’dır; fakat her İslam iman değildir.’

‘Gayb’ kaybolan şey anlamında bir masdardır. Bu, akıl ve duyulardan tamamen gizli olan, akıl ve duyularla ispatlanamayan şeydir. Gayb iki kısımdır.

1. Hakkında hiçbir delil bulunmayan gayb. Şu ayette ifade olunan gayb bu türdendir: ‘Gayb’ın anahtarları ALLAH’ın katındadır. Onları ancak O bilir.’ (6/En’am: 59)

2. Hakkında delil bulunan gayb: Yaratıcı ve sıfatları, kıyamet günü, öldükten sonra dirilme, toplanma, hesap ve ceza görme durumları gibi. İşte burada anlatılmak istenen de budur.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 62)

“Gayb’, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbi ve kalbin sırrının müşahade kaynağı olduğunu bilmek, hakkı ve peygamberlik delillerini gözden ziyade kalp ile görüp şirkten, maddi pisliklerden kurtaran bir imana ermek anlamını anlatır ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani kalbini bilen ALLAH’ı bilir.

(…)

İman, bir şeyi tasdik=doğrulamak, onu doğru olarak almak demektir.

(…)

İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır. Bunların ikisi de aynı düzeyde temel unsur değildirler. Kalbe özgü işlevin yükümlülüğü hiçbir mazeretle düşmeyi kabul etmez. Bu rükün/temel esastır. ALLAH korusun bu ortadan kalktığı anda küfür gerçekleşir.

Dilin fi’li/işlevi olan ikrara gelince: Bu da temeldir. Ancak ikrah-ı mülci/söz ve fi’li tasarrufları içine alan kapsamlı bir zorlama zaruret ve mazereti karşısında bunun varlığı düşer. Ve o zaman yalnız kalple iman yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan normal ortamlarda dil ile söylemekten kaçınan ALLAH katında da kâfir olur. Ancak cemaatle namaz kılmak gibi dinin emarelerinden olan bazı ameller de ikrar yerine geçer. (…) İslam dininin hedefi insanlığın yalnız iç dünyaları değil, iç ve dış dünyalarının toplamıdır. Hiçbir engel yokken imanını yalnız kalbinde saklayan, açığa vurmayan, ilan etmeyen kimsenin ALLAH katında imanının değerinin olmayacağı Kitap ve Sünnetin birçok delilleriyle sabittir.

Pratik uygulamalar, imanın istenen ürünleri olduğunda da kuşku yoksa da, amelin kendisi, imanın kendisinin aynı ya da parçası değildir, onun dalbudakları ve arzulanan sonuçlarıdır. Din bir meyve ağacına benzer. Kalbin tasdiki onun toprağın altındaki kökü, dil ile ikrarı gövdesi, diğer ameller de dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri gibidir. Meyve ağacından beklenen meyvesi olduğu gibi imandan beklenen de güzel ameldir ve ALLAH’a yaklaşma onunladır. Fakat dalları kesilmek, yaprak, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı gibi; iman ağacı da böyledir. Fakat gövdesinden, yer seviyesinden kesilmiş olan ağaçların genellikle kurudukları ve zamanı geldiği halde gövde sürmeyen ağacın tutmamış olduğu gibi; mazeret olmadan ikrarsız iman da böyledir. Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya kökün kuruduğuna hüküm olunamayacağı gibi, mazeret zamanında kalbin tasdiki de böyledir. İşte imanın temel bir esası ve ikinci derecede bir temeli, sonra peşpeşe sıralanmış derecelere ayrılan ayrıntıları, artıları ve ürünleri vardır ve imanın olgunluğu bunlarladır.

(…)

Fıkhu’l-Ekber’de de şöyle buyurmuştur: ‘İman, ikrar ve tasdiktir. Mü’minler, iman ve tevhid de eşit, amelde birbirlerinden üstünlükleri vardır. İslam da ALLAH’ın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmektir. Sözlük açısından ‘İman’ ile ‘İslam’ arasında fark vardır. Ancak Şeriatta İslamsız iman, imansız da İslam olmaz. Bunlar bir nesnenin dış ve içi gibidir. Din ise iman ve İslam ile birlikte bütün Şeriatın adıdır.

İman, aslında masdar, dolayısıyla bir fiil olmakla birlikte örf ve Şeriatça isim olarak da kullanılır ve o zaman iman, benliğinde bu fiil ile başlayan sabit bir nitelik ifade eder. Bütün bunlardan şunu anlarız:

– İslam dini yalnız bir iman meselesi değildir, iman ve amelin toplamıdır. Ameli uygulamaları atıp da dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.

– İkincisi böyle olmakla birlikte, iman amel demek değildir. Amelin varlığına iman ile o ameli yapmak bile birbirinden farklıdır. Müslüman, amel ettiği için Müslüman olacak değil, iman ettiği için amel edecektir. Bunun için sırf amelini önemsememekten ve hafife almaktan dolayı terk edilmiş değilse kâfir olmaz.

– Üçüncü olarak İslam dininin imanında, aslında kalp ve vicdan işi olan bir rükün/temel unsur bulunduğu kuşkusuz olmakla birlikte Hakkın isteği olan iman meselesi sırf vicdanı ilgilendiren bir olgudan ibaret değildir. O, tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp bütün dışa yayılacak ve sonra kâinata ameli güzellikler saçacaktır. Müslümanın imanı, alemi zarara uğratacak bozuk düşünceler ve şeytandan kaynaklanan sezgiler değildir ki kalp ve vicdana tıkanıp orada tutuklanmaya mahkum olsun! Müslüman ancak bir zorlayıcı zaruret karşısında imanını sadece bir vicdan işi olarak saklayıp, hapsedebilir. O da düşmanının kesin zorlamasına maruz kaldığı zamandır. O zaman da canını vererek imanın hapisten kurtarması, imanını hapsederek canını kurtarmasından daha üstündür. Bununla birlikte ikisi arasında seçim hakkı vardır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 183 vd.)

“Gayba iman, insanın hayvanlar aleminden yükselişinin başlangıç noktasıdır. Fakat her devirde olduğu gibi zamanımızdaki maddeciler de insanoğlunu geri götürmeye ve tekrar hayvanlık alemine döndürmeye çalışmaktalar. Hislerin ve bilgi sınırlarının dışında hiçbir şeyin yeri olmayan bu hayvani aleme döndürme çabasına ‘ilericilik’ adını vermektedirler.

Yüce ALLAH, Mü’minleri, ‘onlar ki gayba iman ederler’ sıfatıyla nitelendirerek bu felaketten kurtarmıştır.” (Seyyid Kutub, Fizılal-il Kur’an, 1, 80)

“Kur’an’la hidayete ulaşabilmenin ikinci şartı ise ‘gayb’e-duyularla algılanamayan ve insanın deney ve gözlemlerine konu olamayan şeylere-inanmaktır. ALLAH, melekler, vahiy, öldükten sonra dirilme, cennet, cehennem vd. nin tadılıp koklanamayacağı ve ölçülüp tartılamayacağı bilinen bir gerçektir; bu tür şeyler fiziksel dünyadaki bir çok durumda olduğu gibi, uzmanlara (peygamberlere) güvenilerek kabul edilmelidir. Bu nedenle, sedece, ‘gayb’a inanan bir kimse hidayetten bir pay alabilir. Sadece duyularla algılanabilen şeylere inanan bir kimseye gelince, o bu Kitap’tan hidayet alamaz.” (Ebu’l A’la Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 1, 49)

“Gayb’ (genellikle ve hatalı olarak ‘görünmeyen’ şeklinde çevrilir), Kur’an’da insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhalarını ifade etmek için kullanılır. Bu nedenle, bilimsel gözlemlerle ispatı veya reddi söz konusu olamaz veya hatta genel kabul görmüş spekülatif düşünce kategorileri içinde bile yeterli biçimde kapsanamaz. Örneğin, ALLAH’ın varlığı, evrenin yaratılış amacı, ölümden sonraki hayat, zamanın gerçek mahiyeti, ruhsal güçlerin varlığı ve birbirleriyle ilişkileri vb. gibi… Ancak asıl hakikatin ‘gözlemlenebilen’ çevreden çok daha fazlasını kapsadığına ikna olan bir kişi, ALLAH’a imana böylece hayatın bir anlamı ve gayesi olduğu inancına ulaşabilir. Kendisinin ancak ‘insan idrakini aşan olguların varlığına inananlar için bir rehber’ olduğuna işaret etmek suretiyle Kur’an, aslında, zihinleri bu temel öncülü kabullenemeyenler için kapısının-zorunlu olarak-kapalı olacağını söylemektedir.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 4)

“İsrailoğulları’nı yakalamak üzere onların ardına düşen Firavun’un, tam boğulacağı sırada ‘İsrailoğulları’nın inandığından başka bir ilah bulunmadığına kesinlikle inandım; artık ben de Müslümanlardanım’ demesi iman sayılmamakta, Yüce ALLAH, ‘Yaa! Şimdi mi Müslüman oldun? Oysa sen, daha önce hep ALLAH’a karşı gelen ve fitne fesat çıkaran biriydin’ (10/Yunus: 90-91) ayetiyle böylesi bir imanın bir değeri bulunmadığını belirtmektedir.” (Kolektif, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 7)

“Kuşkusuz gayb alemi ile müşahade alemi arasında sıkı bağlardan söz etmek mümkün, hatta gereklidir. Ama Yüce ALLAH, gerek toplumlar için gerek tabiatta meydana gelen olaylar için kanunlar koymuştur ve müşahade alemindeki olaylar, bu kanunların çerçevesinde meydana gelmektedir. Bu nedenle Yüce ALLAH, Kur’an-ı Kerim’de sosyal olayların işleyiş mekanizması için ‘sünnetullah’ tabirini kullanmakta ve ‘sünnetullah’ ta hiçbir değişikliğin olmayacağını ifade etmektedir. (33/Ahzab: 62; 35/Fatır: 43)

Şunu da belirtmek gerekir ki gayba iman, temelsiz ve rastgele bir inanç değildir. Gayba imanın temelinde müşahede alemi vardır. Bir peygamberin ancak gayba dair verdiği haberlere iman edilir. Peygamber’e iman ise şehadet alemindeki kesin bir delile dayalıdır; çünkü bir peygamberin peygamberliği, ancak peygamberliğine dair mucizenin varlığıyla gerçekleşir. Peygamberlerin mucizeleri ise şehadet alemine girer. Peygamberlere iman edenler, onların elinde meydana gelen ve peygamber olduklarını ispatlayan mucizeleri görür yahut duyar ve bu gördüklerini veya duyduklarını muhakeme süzgecinden geçirir, böylece onların peygamberliklerine iman ederler. Onların peygamberliklerine iman ettikten sonra ise o peygamberlerin gayba dair verdikleri haberlere inanırlar.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 27)

“İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın tebliğ ettiği, bilinmesi zorunlu dini konuları (zaruriyat-ı diniyeyi) ayrıntılı olarak ve onların dışında kalanları da özet olarak tasdik etmekten doğan bir nurdur.

Soru: Halktan, dini konuları (hakaik-i diniyeyi) tam olarak anlayıp anlatabilenler ancak yüzde birdir.

Cevap: Tam olarak anlayıp/anlatamaması, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın düşüncelerinden incelerini anlatabilmekten aciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta güzel konuşma (belagat)  dâhilerinden Sekkaki gibi bir zat, İmruu’l-Kays veya başka bir bedevinin ortaya gösterdiği güzel konuşma incelerini kavramamıştır. Bununla beraber, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Mesela, bilgisi olmayan bir adama, Yaratıcının, altı yönüyle tasarrufu altında bulunan Evren’in herhangi bir yerinde mekân tutmasının mümkün olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, ‘Hiçbir yerde değildir, olamaz’ dese, yeterlidir. Çünkü, (bu cevap), Yaratıcının hiçbir yerde olamayacağı hakikatinin onun vicdanında kesin olduğunu gösterir.

İman, Sa’d-ı Taftazani’nin tefsirine göre: ‘Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, kişinin kendi küçük iradesini kullanmasından sonra yerleştirdiği bir nurdur’ denilmiştir. Öyleyse iman, Şems-i Ezeli’den (Sonsuzluk Güneşi=ALLAH) insan vicdanına bağışlanan bir nur ve bir ışıktır ki, vicdanın iç yüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede bütün Evren’le bir yakınlık, bir emniyet peyda olur ve her şeyle tanışır hale gelir. Ve insanın kalbinde öyle bir manevi kuvvet meydana gelir ki, insan, o kuvvetle, her musibete, her olumsuzluğa karşı dayanabilir. Ve öyle bir açılım ve genişlik verir ki, insan o açılımla geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

Ve aynı biçimde iman, Şems-i Ezeli’den bağışlanmış bir nur olduğu gibi, sonsuz mutluluktan (Cennet) bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün amaç ve yeteneklerin tohumları bir tuba ağacı gibi filizlenmeye başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı-2, 1172)

“Gaybdan maksat, duyu organlarıyla anlaşılamayan ve aklın açık olarak kavrayamadığı gizli şeylerdir. Gayb iki kısımdır: Bir kısmına delil yoktur. Buna: ‘Gaybın anahtarları ALLAH Teala’dadır. Onları, ancak O bilir.’ (6/En’am: 59) ayet-i kerimesi ile işaret buyurulmuştur.

Diğer bir kısmına delil vardır. Hak Teala’nın Zat’ına, Sıfatlarına, Ahiret gününe ve o günde meydana gelecek olaylara iman gibi ki, bu ayetten maksat da budur.” (Ayintabi Mehmet Efendi, Tibyan Tefsiri, 1, 27)

 

“Namazı tam olarak kılarlar…”

“Ayette zikredilen ve ‘tam olarak kılarlar’ diye tercüme edilen ‘yukîmûne’, ifadesinden maksat, ‘namazı, bütün rükünleriyle, mükemmel bir şekilde kılarlar’ demektir. Abdullah b. Abbas: ‘Bu ifadeden maksat, rükûu, secdesi, kıraatı ve huşuu tam olarak yerine getirmek ve namazda kişinin kendisini tamamen namaza vermiş olması’ demektir’ diye izah etmiştir.

Burada zikredilen namazdan maksat, farz namazlardır. Bu kelimenin lügat manası ise ‘dua etmek’ demektir. Taberi diyor ki: ‘Kanaatimce namazın, ‘dua’ anlamına gelen ‘salat’ kelimesiyle ifade edilmesinin sebebi, dua edenin, duasıyla Rabbinden, dileklerinin karşılanmasını istediği gibi, namaz kılanın da ibadetiyle Rabbinden dilediklerini kabul etmesini istemesidir.” (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 113)

“Namaz ve zekât beden ve mal ile yapılan ibadetlerin anası ve temelidirler. Diğer ibadetler üzerinde asıl ölçü bu ikisidir.

Görmez misin Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), namazı, ‘dinin direği’ olarak adlandırmıştır.

Yine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İslam ile küfür arasındaki belirleyici unsur olarak namazı zikretmiştir.

Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mali bir ibadet olan zekâtı da ‘İslam’ın köprüsü’ olarak isimlendirmiştir.

İşte başta bu iki ibadet olmak üzere diğerleri de onları izler. Bu iki ibadeti zikretmekle, diğer taatleri tek tek saymaya ihtiyaç duyulmamıştır.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 154)

“Yüce ALLAH, çoğu zaman namazla infakı birlikte zikretmiştir. Çünkü namaz ALLAH’ın hakkıdır, O’na ibadettir. O da Tevhid’i, O’na övgüyü, temcidi, O’na yalvarmayı, O’na dua etmeyi ve O’na tevekkülü içine almaktadır. İnfak ise faydalı şeyi mahluklara ihsan etmektir.” (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’an’il-Azim, 1, 109)

“Birincisi: Namazın ikamesi, namazın fazları, sünnetleri ve adablarında hiçbir eksiklik olmadan, tadil-i erkân ile ve devamlı kılmaktan ibarettir.

İkincisi: Namazın ikamesi, namaza devam etmekten ibarettir. Nitekim Cenab-ı Hakk: ‘Onlar namazlarına devam edenlerdir.’ (70/Mearic: 34) buyurmuştur. (…)

Üçüncüsü: ‘Namazın ikamesi’, onu eda etmek için, herşeyden kendini tecrit edip, edasında bir gevşeklik göstermemekten ibarettir.” (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 1, 459)

“Teysir’ adlı tefsirde şunlar yazılıdır:

‘Ayette ‘İkame-i Salat (namazı tam olarak kılan)’ denmesi, namaz içerisinde ALLAH’ın namaz kılanlara birçok şeyleri emretmesindendir.

‘Namazı kılın’ (2/Bakara: 43) emriyle kıyamı, ‘Namazlarına devam edenler’ (70/Mearic: 23) ayetiyle devamı ve muhafazayı, ‘şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine belli vakitlerde farz kılınmıştır’ (4/Nisa: 103) ayetiyle belirli vakitlerde kılınmasını, ‘rükû edenlerle beraber rükû edin’ (2/Bakara: 43) ayetiyle cemaatle edasını, ‘Öyle Mü’minler ki, onlar namazlarında huşu içindedirler’ (23/Müminun: 2) ayetiyle de huşu emrediliyor. İşte tüm bu emirlerden sonra insanlar birkaç tabakaya ayrılırlar:

1. Namazı kabul etmeyenler. Bunların da başında lanetli Ebu Cehil gelir. ALLAH onun hakkında şöyle buyurmuştur: ‘İnkârcı insan ne iman etti ne de namaz kıldı’ (75/Kıyame: 31)

2. Namazı kabul eden fakat gereğini yapmayanlar. ALLAH şöyle buyuruyor: ‘Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı terk ettiler.” (19/Meryem: 59)

3. Bir kısmını yerine getirirken, bir kısmını da tembellik yüzünden terk edenler. Bunlar münafıklardır. ALLAH, kendileri hakkında şöyle buyurmuştur: ‘Şüphesiz münafıklar ALLAH’a oyun etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki ALLAH onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar. (4/Nisa: 112) denilmiştir ki, onların varacakları yer ‘veyl’ dir. Veyl, cehennemde bir vadidir ki dünyadaki dağlar, içerisine konulacak olsa hararetinden dolayı eriyip akardı.

4. Hem kabul eden hem de gereğini yerine getirenler, şartlarına uyarak vakitleri içerisinde kılanlardır. Bunların başında Hz. Muhammed Mustafa (sav) gelir. ALLAH kendisi için şöyle buyuruyor: “(Rasulüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını,.. (ibadetle) geçirdiğini… Rabbin kesinlikle biliyor.” (73/Müzemmil: 20) Ashabı da öyleydi. Nitekim onlar hakkında da şöyle buyuruluyor: “Gerçekten Mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler.” (23/Mü’minun: 1-2) Bunların varacakları yer ise: “İşte Firdevs cennetine varis olacak olanlar onlardır” (23/Mü’minun: 10-11) ayetiyle açıklandığı üzere, Firdevs cennetidir. Burası cennetin en yüksek ve en değerli yeridir.

(…)

Mukatil’in söylediğine göre Hz. Peygamber (sav) Mekke’deyken, sabah ve akşam olmak üzere ikişer rekât namaz kılardı. Ancak Mirac’a götürüldüğü gece, beş vakit namazla emrolundu. Namazın farz oluşu da Mirac gecesinde olmuştur. Çünkü Mirac en faziletli vakitlerdendir. Hallerin en şereflisi, münacatların da en değerlisidir. İmandan sonra namaz, taatlerin en üstünüdür, kullukta bulunmanın da en güzel vaziyetidir. Dolayısıyla en faziletli ibadetler, en faziletli vakitlerde farz kılınmıştır. Bu, kulun Rabbine erişmesi ve O’na yakın olması halidir.

Te’vilat-ı Necmiyye’de şu bilgiler yer alıyor: “Namazın başında ikamet yer alır, sonra bunu devam izler. Namazın ikamesi denilince, vakitleri içerisinde kılınmasına devamı, rükû ve secdelerinin, görünür ve görünmez fiil ve hükümlerinin yerli yerince yapılması anlaşılır. Namazın devamı ise, kişinin kendisini sürekli olarak Rabbinden gelebilecek ilahi lütuf ve ikramlara hazır bulundurmasıdır. Çünkü bu husus, Hz. Peygamber’in şu hadisiyle anlatılmıştır: “Doğrusu ALLAH’ın, sizin geçirdiğiniz dönemler içerisinde güzel ikramları vardır. Dikkat edin, o güzel ikramlara karşı hazırlıklı olun.” (Süyuti, el-Fethu’l-Kebir, 1/403) (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 65)

“İkamet’üs-Salat’ (Namazı dosdoğru kılmak) teriminin çok geniş anlamlı olduğuna da dikkat edilmelidir. Bu, namazın cemaatle kılınması gerektiğine ve namaz için her yerde sürekli düzenlemeler yapılması gerektiğine işaret eder. Aksi takdirde bir yerin sakinlerinin hepsi tek tek namazlarını kılsalar bile namaz ‘ikame’ edilmiş olmayacaktır.” (Ebu’l A’la Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 1, 49)

“Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem (…) namazını gerektiği şekilde kılmayan birini üç defa ‘Dön ve yeni baştan kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın’ diye uyarmış, adamın namazı gerektiği şekilde kılmayı bilemediğini söylemesi ve kendine öğretmesini istemesi üzerine de şunları söylemiştir: ‘Namaza durduğun zaman tekbir al! Sonra Kur’an’dan kolayına gelen ayeti oku! Ardından rükûa var ve bütün organların tamamen hareketsiz kalıncaya kadar öylece dur! Sonra başını kaldır, ayakta iyice doğruluncaya kadar dur! Ardından secdeye var, bütün organların tamamen hareketsiz kalıncaya kadar otur! Namazın bütün rekâtlarında bunları böyle yap!” (Buhari, Ezan 95/122)

“Arkadaş! Namaz, kul ile ALLAH arasında yüksek bir nispet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu kendine çekmek ve bağlamak namazın niteliğindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin açıkladığı gibi, öyle sırlar içermektedir ki, her vicdanın sevgisini çekmek, namazın niteliğindendir. Namaz, Yüce Yaratıcı tarafından her yirmi dört saat içinde belirlenen vakitlerde manevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin niteliğindendir ki, her kalb, tam bir istek ve özlemle o davete uysun ve mi’raç gibi olan o yüksek yakarışa sahip olsun.

Namaz, kalblerde ALLAH’ın yüceliğini yerleştirip, sürekli kılmak ve akılları ona yönlendirmekle ALLAH’ın adaletinin kanununa itaat ve Rabbani düzene uydurmak için tek İlahi vesiledir. Zaten insan, medeni bir varlık olduğundan kişisel ve toplumsal hayatını kurtarmak için, o İlahi kanuna muhtaçtır. O vesileye başvurmayan veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hüsranda, ne kadar zararlı olduğunu daha sonra anlar, ama iş işten geçer.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı-2, 1172)

“Namaz kılmak ise onu rükünleri ve sünnetleriyle yerine getirmek, sonra da kendisi için namaz kılınanı görmek suretiyle namazı görmez hale gelmektir.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 38)

 

“kendilerine verdiğimiz rızık”

“Ebu’l-Hüseyin el-Basri: ‘Rızık, Cenab-ı ALLAH’ın bir canlıya bir şeyden faydalanma imkânı verip, başkalarının, onun o şeyden faydalanmasına mani olmalarını engellemesidir. Biz: ‘Cenab-ı ALLAH, bize rızık olarak mallar verdi’ dediğimiz zaman, bunun manası, ‘O, o mallardan bize istifade imkânı verdi’ demektir.” (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 1, 461)

“Rızk’, aslında Arapça’da ‘haz’ ve ‘pay’ anlamında isim olup, nasip etmek, rızıklandırmak manasında masdar olur (…) Ehl-i Sünnete göre Şeriatça öngörülen anlamı da sözlük anlamının aynıdır ki ‘Yüce ALLAH’ın canlılara gönderip yararlanmalarını nasip ettiği şey’ diye tanımlanır. Dolayısıyla kişinin kendi mülkü olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanımından fi’len yararlanılan mallara isim olması doğru olduğu gibi çocuklara, eşe, çalışıp gayret göstermeğe, bilgi ve marifetlere de şamil olur. Ama hepsinde yararlanılmış olmak şarttır. Bu yararlanış, dünya ve ahirete yönelik yararlanıştan daha geneldir. Dolayısıyla din veya dünyaya özgü olmak üzere fi’len yararlanılmayan mal, mülk, çoluk-çocuk, ilim ve marifet rızk değildirler. Böylece bir şey, değişik yararlanılma yöntemlerine göre farklı kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, gücünden, bilgisinden yararlanmayanlar rızıklanmış değildirler.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 197)

 

“ALLAH yolu”

“Rabb’in doğru yolu’, Peygamber’inin gösterdiği yoldur. Yüce ALLAH, yolunu insanlara öğretmek üzere peygamberler göndermiştir. Peygamberler, gerekli olan dinin tamamını insanlara bildirmişlerdir. Bu sebeple inananlar, din adına peygamberlerinin kendilerine tebliğ ettikleri dine ne ilavede bulunabilirler ne de ondan herhangi bir şeyi eksiltebilirler. İlave de eksiltme de dini tahriftir.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 29)

 

“ALLAH yolunda harcarlar.”

“Ayette geçen infaktan (ALLAH yolunda harcama), ALLAH’ın bahşettiği zahiri ve batıni nimetlerden bütün ilahi inayetler kastedilebilir.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İrşad-ı Aklı Selim ila Mezayay-ı Kitab-il Kerim, 1, 90)

“İnfak, zekâtı, sadakayı ve hayır yolda verilen her yardımı içine alan bir ifadedir. Zekât, infakın içerdiği genel anlamın bir parçasıdır ve infak, asıl olduğu için zekâttan önce emrolunmuştur. Fatıma binti Kays’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (SAV): ‘Malda zekâttan başka da hak vardır’ (Tirmizi) buyuruyor. Bu hadis-i şerifte kastolunan mana, zekâtı içine almakta olan infakın zekâttan önce emrolunmasıdır.” (Seyyid Kutub, Fizılal-il Kur’an, 1, 81)

“Ayette imandan sözediliyor ki, bu bir kalp işidir. Bunu izleyen ‘namaz’ ise bedenle ilgilidir. Bunun arkasından da ‘infak’ geliyor, bu da malla ilgilidir. Bunlar tüm ibadetlerin toplamıdır. İmanda kurtuluş, namazda yakarış, infakta da dereceler vardır. Bu ayette dört şey anlatılıyor: Takva, gayba iman, namaz ve infak. Sehavet ilk rütbedir, bunu cömertlik (cûd) izler. Bunun arkasından da başkasını kendine tercih (îsâr) gelir. Mesela bir kimse malının bir kısmını harcar ve bir kısmını da harcamazsa, bu kimse sehavet sahibidir. Bir kimse başkalarına çokça yardımda bulunur ve kendisi için az şey bırakırsa, bu da cûd, yani büyük cömertlik sahibi kimsedir. Sıkıntıya katlanmak pahasına başkalarını kendisine tercih ederek yardıma koşan kimse ise, îsâr sahibidir.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 66)

“Unutulmamalıdır ki ‘enfaka’ (lafzi karşılığıyla, ‘harcadı’) fiili, Kur’an’da her ne saikle olursa olsun, daima başkası için sınırsızca harcamayı veya ikramda bulunmayı ifade etmek için kullanılmıştır.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 4)

“Yüce ALLAH, Bakara Suresi (2), 219. ayette ‘İhtiyacınızdan fazlasını vereceksiniz’ buyurarak harcanacak miktarı göstermekte, İsra Suresi (17), 29. ayette ise ‘elini boynuna bağlayıp’ iyice cimrileşmenin ve ‘elini büsbütün açıp’ israf etmenin yanlış olduğunu açıklamaktadır.” (Kolektif, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 8)

“Zengin Müslümanlar zekâtlarını verdikleri halde bile zekât alma durumunda olan sınıfların temel ihtiyaçları karşılanamıyorsa, zenginlerin zekât dışında fazladan infak etmek mecburiyetleri vardır.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 1, 28)

“Kendilerine verdiğimiz rızıktan ALLAH yolunda harcarlar’, bu ifadenin kendinden öncesiyle anlam bütünlüğünü oluşturan ilişki ise:

Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslam’ın köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi koruyan İlahi iki esastırlar. Bunun için birbirleriyle bağlanmışlardır.

Zekât ile sadakanın layık oldukları yerleri bulmak için birkaç şart vardır:

a. Sadakayı vermekte israf olmaması.

b. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

c. Başa kakmakla yapılan iyiliğin bozulmaması.

d. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.

e. Sadakanın yalnız malla ve parayla sınırlı olmadığının bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.

f. Sadakayı alan adamın o sadakayı sefahette değil, zorunlu ihtiyaçlarında kullanması lazımdır.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı-2, 1173)

 

2/ BAKARA: 4- ONLAR SANA İNDİRİLENE VE SENDEN ÖNCE İNDİRİLENE İMAN EDERLER. ONLAR AHİRETE DE KESİNLİKLE İMAN EDERLER.

AYETİN BÜTÜNÜ HAKKINDA :

“O inananlar’dan maksat, Ehl-i Kitap’tan Abdullah b. Selam ve benzer iman edenlerdir. Bu gibileri ALLAH tarafından indirilen tüm vahye iman etmişlerdir. Kesin bir şekilde ahiret hayatına da kuşku duymayacakları bir manada iman etmişler ve daha önceki inançları olan, ‘Cennete ancak yahudi veya hıristiyanlar girecektir, ancak sayılı günler onlara ateş dokunacaktır’ gibi sakat düşüncelerini de bir kenara atmışlardır.

Bir de eğer bu kısmı, ‘…gaybe inanırlar’ kısmına atfedecek olursan, bu da, ‘muttakiler’ cümlesinden olmuş olur. Böyle değil de bunu, ‘muttakiler’ üzerine atfedecek olursan bu takdirde o cümleden olamazlar. Bu takdirde de sanki şöyle denilir gibidir: ‘Bu Kitap, takva sahipleri için bir hidayet olduğu gibi, sana indirilenlere iman edenlere de bir hidayettir’.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 158)

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ : 

“sana indirilene”

“Burada geçen ‘sana indirilen’den kasıt Kur’an ve Sünnet’tir. Çünkü Yüce ALLAH: ‘ALLAH sana Kitab’ı ve Hikmet’i indirmiş…’ (4/Nisa: 113) diye buyurmaktadır. O korunup sakınanlar, Peygamberin bütün getirdiklerine iman eder, ona indirilenlerin arasını ayırıp bir bölümüne iman edip diğer bir bölümüne inanmamazlık etmezler. Ona indirilenlerin bir bölümüne inanıp bir bölümüne inanmamak ya bid’atçılardan bazılarının yaptığı gibi, ona indirilenleri inkâr ederek, yahut da onu ALLAH ve Rasulü’nün maksadına aykırı bir şekilde te’vil ederek olur. Nitekim bu bid’atçılar görüşlerinin hilafına delalet eden nasları ya inkâr ya da te’vil ederler. Te’villeri ile de, neticede bu buyrukların ihtiva ettiği anlamı tasdik etmeme durumuna düşerler. Bu buyrukları lafzen tasdik etseler dahi, onlara gerçek anlamıyla iman etmemişlerdir.” (Abdurrahman es-Sa’di, Tersiru’s-Sa’di, 1, 52)

 

“ve senden önce indirilene iman ederler”

“Tevrat, İncil ve diğer kitaplara da. ALLAH tarafından indirilen tüm kitaplara toptan iman etmek farz-ı ayndır. Fakat Kur’an’a ayrıntılı olarak iman, ilim ehline farzdır. Çünkü her Müslümanın Kur’an’ı tüm ayrıntılarıyla araştırıp buna göre onun tüm emirlerini ayrı ayrı öğrenmeleri bir güçlük doğurur ve onların geçimleri için çalışmalarını engeller.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 67)

“Bu inanç İslam’ın, dinin ilk insandan en son insana kadar evrenselliğini, bütünlüğünü ve sürekliliğini ifade eden temel bir ilkesidir. Mü’minler: ‘Biz, ALLAH’ın elçileri arasında hiçbir ayrım gözetmeyiz…’ (2/Bakara: 285) derler.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak-III, 14)

 

“Onlar ahirete de kesinlikle iman ederler.”

“Burada ahirete inanmanın ayrıca zikredilmesi, onun hakkında şüphesi bulunanların çok olması sebebiyledir.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 54)

“Yakîn’ (kesinlik) üçe ayrılır: Bir şeyin varlığı gözle görülür, başkalarının haber vermesiyle sabit olur, delillerle varlığı bilinir. Bir şeyi insan bizzat kendi görür ve onun varlığından şüpheye düşmez. Bunu kabullenmesi için başkasına ihtiyaç kalmaz. Çünkü gözüyle onu görmüştür.

Haberle sabit olan yakîn: İşitmek suretiyle bir şeyin varlığını kabul etmek demektir. Mesela Mekke’yi görmediği halde işitme yoluyla varlığını öğrenmiştir. Böylece Mekke’nin varlığı kesinlik kazanmıştır. Bu, haber-i sadıktır. Artık Mekke’nin varlığı hususunda en küçük bir şüphe söz konusu değildir.

Delalet yoluyla sabit olan yakîn: Dumanın tütmesi, ateşin var olduğuna delalet eder. Ateş olmadığı söylense bile, dumanın olması mevcudiyetinin ispatıdır. Bir şeyi ispat eden alametler ortada dururken onu inkâr etmek mümkün değildir. Bunda şüphe edilemez.

Mü’minlerin ahireti görmüş gibi inanmaları ve hiç şüphe etmeden tasdik etmeleri iki yolla olur: Haber-i sadık, delalet…

1. Yüce ALLAH’ın kitaplarında haber verdiğine, peygamberlerin söylediklerine, kitapların hak olduğuna ve haber verdiği şeylerin gerçek olduğuna, peygamberlerin sadık olduğuna, sözlerinde hilaf bulunmadığına inanıp tasdik etmek, haberi yakîndir.

2. Delaleti yakînin izahı ise şöyledir: Peygamberlerin ve velilerin ALLAH korkusundan devamlı gözyaşı dökmeleri, ALLAH’a ibadet ederek nefislerinin arzularından vazgeçmeleri, ALLAH’ın rızasını kazanmaya çalışmaları açıkça delalet eder ki, insanlar öldükten sonra tekrar dirilecek, ahiret hayatı başlayacak, herkes dünyada yaptıklarının karşılığını görecektir. Bu şekilde inanıp tasdik etmek delalet-i yakîndir. İnanmayanların bunu inkâr etmeleri hiç önemli değildir. Çünkü her devirde münkir çıkacaktır. İnananlar ahiret hayatının varlığında asla şüphe etmezler. Peygamberlerin ve velilerin bu durumu ahiretin varlığını yakinen ispat etmektedir.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 64)

“Yakîn’ (kesin olan) ise, en ufak bir şüphenin yer almadığı ve kişiyi amele iten tam ve eksiksiz bilgi demektir.” (Abdurrahman es-Sa’di, Tefsiru’s Sa’di, 1, 53)

“Dünya hayatından sonra geldiği için ahirete ‘Ahiret’ denilmiştir. Ahiret hayatından değeri daha düşük olduğu için, dünyaya ‘dünya’ (alçak, adi) denmiştir.” (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 1, 467)

“Ahirete inanmaktan söz edilirken, iman yerine, yakîn (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının, ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan bazen bir şeye inandığı halde, onun bazı gereklerinden gaflet ederek inancına ters davranışlar içine girebilir.

Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere takılıp tökezlemez ve elbette ALLAH’ın haramlarını işlemeye yeltenmez. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyuruyor: ‘Nefsin isteğine uyma; sonra seni ALLAH’ın yolundan saptırır. ALLAH’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap vardır.’ (38/Sad: 26)

Burada Yüce ALLAH, ALLAH’ın yolundan sapmanın, hesap gününü unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu halde hesap gününü sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar.” (Muhammed Hüseyn Tabatabai, el-Mizan fi Tefsir-il Kur’an, 1, 93)

 

2/ BAKARA: 5- İŞTE ONLAR, RABLERİNDEN GELEN BİR HİDAYET ÜZEREDİRLER VE KURTULUŞA ERENLER DE ANCAK ONLARDIR.

AYETİN BÜTÜNÜ HAKKINDA :

“Bakara Suresi’nin bu ilk beş ayetinin hüküm ve mana bakımından büyük önemi yanında, hadislerde manevi özellik ve şifa hususiyetlerinin bulunduğu da bildirilmiştir (mesela bk. Darimi, ‘Fezailü’l-Kuran’, 13-15).” (Kolektif, Kur’an Yolu, 1, 74)

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ : 

“kurtuluş”

“İslam alimleri ‘felah (kurtuluş)’ın manası hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Felah, kişinin arzu ettiği şeylerin tamamına kavuşmasıdır. Felah, kişinin arzu ettiklerine kavuşması, korktuklarından kurtulmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de ne kadar ‘müflihun (kurtuluşa eren)’ varsa, hepsinin tefsiri bu şekildedir.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 65)

“Felah, yani kurtuluş üç şekildedir:

1. İnsanın nefsine, dünyaya ve şeytana karşı başarı kazanıp, heva ve isteklerine uymaması, dünyanın süs ve gösterişine aldanmaması, şeytanın vesvese ve fitnesine kapılmaması.

2. Küfürden, kibir ve gururdan, şeytanın vesvesesinden, kabrin yalnızlığından ve yeniden dirilme olayından sonra mahşerdeki dehşet saçan hesabın zorluğundan kurtulabilmesi.

3. Ebedi mülkte bekayı arayıp, sermedi nimetleri elde etmeye çalışmak. Hiçbir zaman yok olmayan bir mülkün peşinde olmak, ele geçtikten sonra bir başkasına geçmeyecek olan nimeti kazanmak, hiçbir zaman üzüntüsü olmayan bir sevinci elde etmek, ihtiyarlığı olmayan gençliğe ermek, beraberinde hiçbir zorluk getirmeyen bir rahat ve huzuru bulabilmek.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 70)

“Felah, lügatta, ‘arzu edilen şeyi elde etme, istenmeyen şeyden kurtulma, başarı ve zafer elde etme; hayır, nimet ve saadet içerisinde bulunma gibi manalara gelir. Bu kelime yarmak, tarlayı sürmek anlamına gelen ‘FLH’ kökündendir. Felah, başarı, nihai mutluluk, kurtuluş gibi anlamlara gelen ‘zafer, halas’ ve ‘fevz’ kelimeleriyle eş anlamlıdır; engelleri teker teker aşıp insanın kendisini kurtarması, arzu ettiği şeye kavuşması ve zafer elde etmesi demektir. İki kısma ayrılır: Dünyevi felah, uhrevi felah. ‘Dünyevi felah’, dünya hayatında istikrar, zenginlik, şeref gibi nefse hoş gelen saadete erişmektir. ‘Uhrevi felah’ dört kısımdır: ‘Beka bila fena’, yani hiç yokluk yaşamaksızın ‘varlık’; ‘ğına bila fakr’, yani fakirlik görmeksizin ‘zenginlik’; ‘ızz bila züll’, yani zillete düşmeksizin ‘izzet, şeref’; ‘ilim bila cehl’, yani cehalet yaşamaksızın ‘ilim’ anlamındadır.” (Ragıb, Müfredat) (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 3,  14)

 

“kurtuluşa erenler de ancak onlardır.”

“Ayette zikredilen ‘kurtuluşa erenler de ancak onlardır.’ ifadesi Abdullah b. Abbas tarafından şöyle izah edilmiştir: ‘İşte istediklerine kavuşanlar ve şerrinden korkarak kaçtıkları şeylerden kurtulanlar bunlardır’ Yani, işledikleri amelleriyle ve iman etmeleriyle ALLAH’tan istedikleri sevaplara ve cennetlerde ebedi kalmaya ulaşanlar bunlardır. Ve ALLAH’ın düşmanları için hazırladığı cezalardan kurtulanlar da bunlardır.” (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 115)

“Hidayetin ve felahın (yani kurtuluşun) bunlara tahsisi, kitap ehline tarizde bulunmaktır. Çünkü kitap ehli (yani yahudi ve hristiyanlar) Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) peygamberliğine iman etmezler. Buna rağmen kendilerinin hidayet üzere olduklarını zannederler. Böylece de yarın ALLAH katında felaha ereceklerini umarlar.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 160)

“Bir sükut var, bir serbestlik var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş ki herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler ki uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız cenneti düşünür. Bir kısım saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım yalnız ALLAH’ın rızasını bekler. Bir kısım ALLAH’ı görmeyi gaye bilir. Ve aynı biçimde bunun gibi pek çok yerlerde Kur’an sözü soyut bırakır ki herşeyi kapsasın. Bazı ifadeleri atlar ki çok manaları ifade etsin. Kısa keser ki herkesin hissesi bulunsun.” (Bediüzzaman Said Nursi, 25. Söz, Risale-i Nur Külliyatı-I, 176)

“ALLAH, peygamber tanımayanlar değil. Yalnız önceki peygamberlere iman etmiş bulunanlar da değildir. İman edip bedensel ve mal harcayarak ibadet ve iyi ameller yapmayanların durumları da tehlikeden esenlikte değildir. Bunların murada ermeleri de mümkün olsa bile tam ve mükemmel değildir. Madem ki imanları vardır, ilahi rahmetle felahları mümkün ise de olağanüstü işler kabilindendir. Bununla birlikte onlar hakkında imansızlar gibi bütün bir umutsuzluk da caiz olmaz. Zira ALLAH katında imanın zerresi de ziyan olmaz.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 208)

 

AYETİN KENDİNDEN SONRAKİ AYETLERLE İLİŞKİSİ :

“Kur’an, işte derece derece bu sakınıp korunanlara hidayettir. Acaba burada niçin ‘hüden li’n-nas (insanlara hidayettir)’ denilmedi de ‘hüden li’n-müttakin (müttakilere hidayettir) denildi? diyeceksin. Çünkü:” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 210)

 

2/ BAKARA: 6- İNKAR EDENLERE GELİNCE, ONLARI UYARSAN DA, UYARMASAN DA, ONLAR İÇİN BİRDİR; İNANMAZLAR.

AYETİN BÜTÜNÜ HAKKINDA:

“6 ve 7. ayetlerin içerdiği hükmün bütün kafirleri kapsamadığı açıktır. Çünkü inanıp peygamberleri doğrulayanların çoğu inanmadan önce kafir idiler. Onların ne kalpleri ne de kulakları mühürlenmiştir. O halde bu ayetler kafirler içerisinde yer alan belirli bazı kimseler hakkındadır. ALLAH onların kalplerini mühürlemek suretiyle daha dünyada iken cezalandırmıştır. Nitekim bir kısım kafirleri domuza ve maymuna çevirerek, bir kısmını da gözlerini kör ederek cezalandırmıştır. O, gözleri kör etmek suretiyle ceza verdiği gibi kalpleri köreltmek suretiyle de ceza verebilir. Keza O, kulunu azapla cezalandırdığı gibi, ebedi bir sapıklıkla da cezalandırabilir. Yahut sapıklıkla cezalandırır, sonra onu affederek hidayete erdirir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, Bedai’u’t-Tefsir, 1, 154)

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ:

“İnkar edenlere gelince…”

“Küfür’ sözlükte, örtmek ve kapatmak anlamına gelir. Şeriat dilinde ise, Rasulullah’ın (sav) getirdiği zaruri olarak bilinen şeyleri inkar etmektir.

Begavi’de bildirildiğine göre küfür dört türlüdür:

  • Küfr-i inkari: ALLAH’ı bilip tanıdığı halde, bunu itiraf etmemektir.
  • Küfr-i cuhudi: Kalbiyle ALLAH’ın varlığını bildiği halde diliyle bunu söylemeyenin küfrü. Mesela iblisin küfrü gibi. ALLAH şöyle buyuruyor: ‘Bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince, onu inkar ettiler.’ (2/Bakara: 89)
  • Küfr-i inadi: Kalbiyle ALLAH’ı tanıdığı halde, diliyle itiraf etmemesi ve hak dini de kabul etmemesi. Ebu Talib’in küfrü gibi. Çünkü o: ‘Aslında yeryüzünde en hayırlı dinin Muhammed’in dini olduğunu biliyorum. Eğer beni kınamasalar ve bana dil uzatmalarından endişe etmeseydim, benim buna açıkça müsamaha ettiğimi görürdün.’ demiştir.
  • Küfr-i nifaki: Diliyle ikrar ettiği halde, kalbiyle inanmayanın küfrü.

Aslında bütün bu küfür türlerinin hepsi de aynıdır. Çünkü kim bu tür küfürlerden herhangi biriyle ALLAH’ın huzuruna çıkarsa, onun için bağışlanma yoktur.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 71)

“Şeriat’a göre ise (küfür) imanın karşıtıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman etmesi gerekirken iman etmemesidir ki yalanlama, inkar, doğrulamamak, mecburiyet ve engel bulunmadığı zaman ikrarda bulunmamayı da içine alır. İmandaki doğrulama gibi, küfürde yalanlama da sözlü ve fiili olur. Kalben yalanlamak nasıl küfür ise zorlama olmadan sözlü yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha alçakça bir düşmanlık sergilemek olur. Aynı şekilde fi’ili yalanlama da böyledir. İman edilmeleri istenen mukaddes olguları fi’len horlamak, dalga geçmek, küçük görmek, hafife almak ve ortadan kaldırmağa uğraşmak… en bayağı bir küfür olduğunda kuşku yoktur.

Yalnız kalpte gizlenen küfre, küfür denip de sözlü veya fi’li olarak açıklanıp ilan edilen küfre küfür denmemesi nasıl mümkün olur? Meğer ki o sözlü veya fi’li açıklama: ‘Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkara) zorlanan değil…’ (16/Nahl: 106) ayet pasajında açıklanan Şeriatın yaptığı istisna gereğince zorunlu bir zorlamaya dayansın. Fi’len yalanlamakla yapmamak arasında büyük bir fark vardır. Söz gelimi namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile haça tapmak tabii küfür olur. Bu açıdan bakıldığında amel yapmamanın fi’li yalanlama olup-olmadığı kuşkulu olduğundan küfrü gerektirip gerektirmeyeceğinde ihtilaf edilmiştir. Oysa horlama ve küçük görmeyi ifade eden, yine mushafı çerkaba/çöplüğe atmak, güneşe secde etmek, zünnar bağlamak, küfür yaymak, günahları helal kabullenmek, haramı helal helalı haram saymak gibi doğrudan küfür belirtisi, küfür delili olduğu belli bulunan yalanlayıcı fiillerin, zorlama zarureti yoksa küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir.

Biz yukarıda açıklandığı üzere amel yapmamanın ve her günahın küfrü gerektirmediği görüşündeyiz. Fakat bu mesele de pek su-i istimal edilmiştir/kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat edilecek bir nokta vardır ki o iyice düşünülürse, Hariciler ve Mutezile bir tarafa bırakıldığında gerçekte ihtilaf bulunmadığı açıkça ortaya çıkar.

Amel yapmamak ikiye ayrılır:

1. Bir bölümünü bırakmak,

2. Tamamını bırakmaktır.

Yani biri yapmamak, biri de yapmamayı alışkanlık haline getirmektir. Söz gelimi bazen namaz kılmayan ile namaz kılmamayı alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu görev bilen kimsenin insanlık hali ara-sıra bazı tembelliği bulunabilmek ma’kuldür/normal karşılanır. Dolayısıyla bir bölümünü yapmamak küfür olmayabilir. Ama yapmamayı alışkanlık haline getiren, namaz kılmayı hiç hatırına getirmeyen, ömründe hiç kılmayan, dahası kılmamağa azmetmiş bulunanlar kıble ehlinden/Müslümanlardan olduklarına, ALLAH’a, Peygamber’e ve peygamberlere, Kur’an’a ve ahirete, görevin farz oluşuna imanı bulunduğuna nasıl hüküm edilebilir?

Özetle iman, tevhid üslubuyla inanılması gerekenlerin hepsine parçalanmaz, bölünme kabul etmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan-isterse biri olsun-bulunmasıdır. Yani küfür için, iman edilecek şeylerin hiçbirine inanmamak şart değildir. Birine veya bir bölümüne inanmamak da küfürdür. (…) İman ile küfür sadece karşıt değil, birbiriyle çelişkilidirler, ne bir araya gelirler ne de kaybolurlar, arada aracı, iki nokta arasında bir nokta yoktur. Bir insan ya kafirdir ya Mü’min, fasık da fasıklığına göre bunlardan biridir.

(…)

Küfür etmek dilimizde ağır küfürle küfretmek manasında örf olmuştur ki Arapçada yoktur. Fakat daha ziyade İstanbul dilinde halk arasında yaygın olan bu anlam, aslında Şeriat’ın öngördüğü anlamdan alınmıştır. Başlangıçta dine sövmek, imana sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren sövüşlere denilirken biraz genelleştirilmiştir. Bunun için küfür etmek deyimiyle kafir olmak deyimi arasında bir fark sezilir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 211)

“İnkar edenler’ ifadesinden küfrün eyleme dönüştüğü açıkça anlaşılıyor.” (M. İzzet Derveze, et-Tefsirü’l-Hadis, 5, 41)

“Soru: Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden niçin küfür hasıl olsun?

Cevap: Gizli olan işler için, şeriat, emarelere göre hükmeder. Hatta illet olmayan görünürdeki sebepleri, illet yerine kabul eder. Dolayısıyla rükunun tamamlanmasına engel olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin yapılmasına engel olan bazı şapkaların giyilmesi, ALLAH’a ibadetten çekinme ve küfre benzeme emareleridir. Gizli olan o küfür sıfatının yok olduğuna kesinlikle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1183)

 

“…onlar için birdir; inanmazlar.”

“Bunların küfürde ısrar ettikleri kesin bilinmesine rağmen uyarmadaki hikmet, karşılarına hüccet ve kanıtla dikilmek içindir. Bir de risalet görevinin evrensel olduğunu bildirmek ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın sevap kazanmasını sağlamaktır.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 167)

“Soru: Yüce ALLAH bunların iman etmeyeceğini bildiği halde, peygamber gönderip imana davet etmesinin hikmeti nedir?

Cevap: İman etmeyenlerin kıyamet günü, ‘bizim İslam hakkında bilgimiz yoktu’ dememeleri için ALLAH onlara peygamber göndermiştir. ALLAH’ın daveti kıyamet günü bir kanıt olacaktır. İman etmeyenlerin hiçbiri bu hakikat karşısında itiraz edemeyeceklerdir.

Nitekim Yüce ALLAH Hz. Musa’yı (a.s) Firavun’u imana davet etmek için gönderdi. Halbuki ALLAH Firavun’un imana gelmeyeceğini biliyordu. Kıyamet günü Firavun’un ‘ben bunu duymadım’ diye bir mazeret ileri sürmemesi için bir delil olmak üzere Yüce ALLAH, Musa’yı Firavun’a gönderdi.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 66)

“Bilindiği gibi Yüce ALLAH, Hz. Musa’yı, İslam’a davet etmesi için Firavun’a göndermişti. Fakat Firavun’un iman etmeyeceğini de biliyordu. Nitekim ALLAH şöyle buyuruyor: ‘Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra ALLAH’a karşı bir bahaneleri olmasın!’ (4/Nisa: 165) Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor: ‘Eğer Biz bundan önce onları bir azap ile helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık.’ (20/Taha: 134)(İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 73)

“Küfür üzere ölecekleri ALLAH tarafından bilinen kimseler bu ayet-i kerimenin kapsamı içerisindedirler.” (İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 436)

“O kafirleri korkutmanın bir yararı olmayacağı bilindiği halde onları inzar etmekten amaç hüccet ve delillerin onları bağlaması ve Rasulullah’ın tebliğ faziletini kazanmasıdır. Buna işaret içindir ki, ayette ‘inzar etsen de etmesen de onlar için birdir’ buyrulmuş, ‘senin için birdir’ denmemiştir.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İrşad-ı Aklı Selim ila Mezayay-ı Kitab-il Kerim, 1, 96)

“Beşeri örtünün Hakk’ı görmesine engel olduğu kimsenin başlıca özelliği, kendisine hakkı gösterenin sözü ile nefsinin arzularına kapılmasına yardımcı olanın sözü arasında fark gözetmemesi, aksine gaflete yol açan hususlara daha çok meyletmesi ve onlara kulak vermeye daha arzulu olmasıdır.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 41)

 

2/Bakara: 7- ALLAH onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde indirmiştir. Onların hakkı büyük bir azaptır.

AYETİ TEFSİR EDEN DİĞER AYETLER:

 “Hayır! Onların kazandıkları günahlar kalpleri üzerine pas olmuştur.” (83/Mutaffifin: 14)

 

“O gün (Kıyamet Günü) onların ağızlarını mühürleriz.” (36/Yasin: 65)

 

“Ayrıca onu (Kur’an’ı) anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve kulaklarına bir ağırlık koyarız.” (17/İsra: 46)

 

“Kalplerine mühür vuruldu. Artık anlayamazlar.” (9/Tevbe: 87)

 

“İnkar etmelerinden dolayı, ALLAH, onların kalplerini mühürlemiştir.” (4/Nisa: 155)

 

“ALLAH dilerse senin (Hz. Muhammed) kalbini de mühürler.” (42/Şura: 24)

 

“De ki: ‘Ne dersiniz; eğer ALLAH kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse, bunları size ALLAH’tan başka hangi ilah geri verebilir!” (6/En’am: 46)

 

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldığı halde, onlara sırt çevirenden ve kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır? Biz onların kalplerine bunu anlamalarına engel olacak perdeler, kulaklarına da ağırlıklar koyduk.” (18/Kehf: 57)

 

“Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıklarından ötürü iman etmek istemediler. İşte ALLAH, kafirlerin kalplerini böyle mühürler.” (7/A’raf: 101)

 

“Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın ALLAH’ın ayetleri hakkında tartışırlar. (Bu hareketleri) Gerek ALLAH katında, gerek Mü’minlerin gözünde büyük bir nefretle karşılanır. İşte ALLAH, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler.” (40/Mü’min: 35)

 

“Heva ve hevesini tanrı edinen, ilmi olduğu halde ALLAH’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (45/Casiye: 23)

 

“Fakat o halklar, daha önce yalanlamış oldukları şeye bir türlü iman etmiyorlardı. İşte haddi aşanların kalplerini böyle mühürleriz.” (10/Yunus: 74)

 

“Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra ALLAH’ı inkar edip, kalbini küfre açarsa, onların üzerine ALLAH’tan bir gazap ve büyük bir azap vardır. Bu, onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve ALLAH’ın da kafirler topluluğunu doğru yola iletmemesinden dolayıdır. İşte onlar, ALLAH’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin ta kendileridir.” (16/Nahl:106-108)

 

“Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkar etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Bu sebeple onlar hiç anlamazlar.” (63/Münafikun: 3)

 

“İşte ALLAH, gerçeği aramayanların kalplerini böyle mühürler.” (30/Rum: 59)

 

 

AYETİN BÜTÜNÜ HAKKINDA:

 “Bu yedinci ayette, kulaklardan önce kalplerin mühürlenmesinin ele alınması, kalbin imanı kabullenmemekte temel unsur olmasındandır. Diğer taraftan gözlerden önce kulakların yer almasındaki incelikte de, tıpkı kalplerle kulaklar arasındaki ilişkinin varlığı söz konusudur.

(…)

‘Teysir’ adlı eserde belirtildiğine göre bu ayette ‘kalpler’, ‘kulak’ ve ‘gözler’ den söz edilmiştir. Çünkü hitap, hakkı anlatmak açısından bu üç organın kullanılmasıyla sağlanır. Nitekim ALLAH, Kur’an’ın birçok yerlerinde, ‘akletmiyor musunuz?’, ‘görmüyor musunuz?’ ve ‘işitmiyor musunuz?’ buyurmaktadır.” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan, 1, 75)

 

“Görülüyor ki ayette ‘kulûb=kalpler’ ile ‘ebsar=gözler’ çoğul ve aradaki ‘sem=işitme duyusu’ ise tekil olarak getirilmiştir. Bunun hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bizim anladığımıza göre bunun sebebi imanda kalbe özgü deliller, dış dünyaya ait kanıtlar, düşünce ve gözleme özgü yöntemlerin çeşitliliği ve çokluğuyla birlikte dinde duyma yolunun, nakle dayanan delilin merkezinin bir, yani peygamberlik olduğuna işarettir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 217)

 

“Bu, onların Hakk’ı reddetme nedeninin kendi hataları olmadığı ve sadece ALLAH’ın dilemesi olduğu anlamına gelmez. Onlar kabul etmezler; çünkü ALLAH onların kalplerini mühürlemiştir. Onlar Hakk’ı dinlemezler; çünkü ALLAH onların gözlerini perdelemiştir. Fakat onların kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesi, Hakk’ı kabul edememelerinin nedeni değil, bilakis reddetmekte inat etmelerinin bir sonucudur. Kur’an basit bir tabiat kanunundan söz eder: Eğer bir kimse bir şey hakkında aleyhte önyargı sahibi olur ve sürekli bu önyargısını beslerse, o şeyde ne iyi bir yan görebilir, ne iyi bir şey işitebilir, ne de tarafsızca değerlendirmek için ona kalbini açabilir. Bu bir tabiat kanunu, aynı zamanda ALLAH’ın kanunu olduğu için kalpleri, kulakları mühürlemek ve gözleri perdelemek özellikleri O’na atfedilmiştir.” (Ebu’l Al’a Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 1, 51)

 

“İşte ilim ve hayır elde etmenin yolları bunlardır (kalp, göz ve kulak).” (Abdurrahman es-Sa’di, Tefsiru’s-Sa’di, 1, 54)

 

“Hakikatleri görmesine, işitmesine ve anlamasına mani olan tutkuları vardır.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 1, 15)

 

“Kulak ve göz, değerlendirme ve ibret alma yeri olan kalp için malzeme hazırlar. Kalbin mühürlenmesinden sonra eğer kulak mühürlenmiş, gözün üzerine de perde çekilmişse, kalbin mührünün çözülmesinden ümit kesilmiş demektir. Çünkü kulak mühürlenmeyip göz perdelenmemişse bunlar, zamanla kalbin üzerindeki mührün çözülmesine yardımcı olabilirler.

Kur’an-ı Kerim, kulağı daima gözden önce zikreder. Bunun bir sebebi var mıdır? Bazı tefsir bilginleri önce anılmanın, kulağın gözden daha üstün olduğuna işaret ettiğini söylerler. Bu durumu, kulağın daha fonksiyonel olduğuna bağlamak da mümkündür. Örneğin, kulak her yönden gelen sesleri işittiği halde göz, sadece karşısında bulunan eşyayı algılar. Ayrıca uyuyan bir insana seslenerek o insan uykusundan uyandırılır. Oysa gözleri yarı açık şekilde uyuyan bir kimsenin gözlerinin önünden bir görüntü geçtiğinde görme duyusu onu algılamaz. Yine yeni doğan bir bebeğin duyu organları arasında ilkin kulağın fonksiyonelleştiği, bebeğin görme duyusunun çok sonradan devreye girdiği söylenir.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri,1, 32)

 

“Batıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişinin zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybedeceği ve ‘böylece, sonunda kalbinin mühürlenmiş olacağı’ (Ragıb) şeklindeki ilahi kanuna bir atıf.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 5)

 

“Bu ayette kalbe, kulak ve gözden önce yer verilmesinin hikmeti nedir?

Kalp, imanın mahalli olduğu gibi, en önce Yaratıcıyı arayan ve isteyen ve Yaratıcının varlığını delilleriyle ilan eden, kalp ile vicdandır. Çünkü kalp, hayat malzemesini düşünürken, en yüksek bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir dayanak noktası; aynı şekilde, emellerinin arttırılması için bir çare ararken, derhal bir yardımcıyı aramaya başlar. Bu noktalar ise iman ile elde edilebilir. Demek kalbin kulak ve gözün önüne geçmeye hakkı vardır.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı-I, 1188)

 

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ:

 “Kalp”

“Kalp’, yürek ve gönül manalarına gelir. Yani kalp iki anlamda kullanılır.

(…)

İkincisi, ruhani, bir latife-i Rabbani olan ve bütün şuur, vicdan, duygularımızın, algılamalarımızın, akıl gücümüzün kaynağı, yani manevi dünyamızın merkezi bulunan mekansız kalptir ki ‘nefs-i natıka=konuşanın ruhu/insan ruhu’ da denilir. İnsanın hakikatinin aslı bu kalptir. İnsanın anlayabilen, irfan sahibi olan, bölünmez parçası, konuşulan, azarlanan, görevler beklenen, sorumlu tutulan özü budur. Bütün benliğimiz ilk önce bundandır. Bunun için algılayan ‘ben’, algılanan ‘ben’ in içindedir. Ben, ruhuma, cismime, aklıma, irademe bundan geçerim. Bu, sanki ruhumuzun bir gözüdür. Basiret bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun gücüdür. Bunu, ruhumuzun kendisi olarak kabullenenler de çoktur. Dilimizde biz buna yine ‘kalb’ deriz. Yukarıda gönül denildiğini de söylemiştik. ‘Gönlümden geçti’, ‘kalbimden geçti’, ‘zihnimden geçti’, ‘aklımdan geçti’ dediğimiz zaman hepsinde aynı anlamı kastederiz.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 214)

 

“Kalbden maksat, çam kozalağı gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyedir ki (ilahi hakikatleri hissedebilen merkezi duygu), vicdani hissiyatın mazharı, zihindeki düşüncelerin aynasıdır. Dolayısıyla, o latife-i Rabbaniyeyi içeren o et parçasına ‘kalp’ denmesinden şöyle bir incelik çıkıyor ki, o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, çam kozalağı şeklindeki maddi kalbin cesede yaptığı hizmet gibidir.

Evet, nasıl ki bedenin her tarafına hayat sıvısını yayan o çam kozalağı şeklindeki cisim, bir hayat makinasıdır ve maddi hayat onun işlemesiyle devam etmektedir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta (düşüşe) uğrar.

Aynı şekilde, o latife-i Rabbaniye (insan) eylemlerinin ve hallerinin ve maneviyatın tümünü gerçek bir hayat nuru ile canlandırır, ışıklandırır; iman nurunun sönmesiyle, mahiyeti, hareket edemeyen ölü gibi bir heykelden ibaret kalır.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı-I, 1188)  

 

“ALLAH onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.”

 “Eğer denilecek olursa ki: ‘Kalpler nasıl mühürlenir? Çünkü mühürlemek, bir kısım kapları, zarfları ve kılıfları kapatıp mühürlemektir?’ Cevaben denilir ki: ‘Kalpler de içlerinde bulunan ilimlerin kapları, kulaklar da işitilen şeylerin kılıflarıdır. Bu itibarla onların da mühürlendiklerini söylemek yerinde bir deyimdir. Ancak bunların mühürlenmelerinin nasıl olacağı çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

A’meş diyor ki: ‘Mücahid, bize elini göstererek şöyle dedi: ‘Kalplerin bu yumruk gibi olduğunu söylüyorlardı. O, bir günah işlediğinde bunlardan biri (parmaklardan biri) kapanır. Mücahid, bunu söylerken serçe parmağını gösterdi. Sonra diğer bir parmağını göstererek: ‘Kul, bir günah işlediğinde o da böyle kapanır.’ Başka bir parmağını göstererek yine: ‘Kul, bir günah işlediğinde bu da böyle kapanır’ dedi ve böylece bütün parmaklarını kapattı ve devamla şöyle dedi: ‘Sonra bu kalbin üzeri bir mühürle mühürlenir.’

‘Hayır’ Onların kazandıkları günahlar kalpleri üzerine pas olmuştur’ (83/Mutaffifin: 14) ayetinde zikredilen ‘pas olmuştur’ ifadesinin bu mühürlenmeyi beyan ettiği söylenmiştir.

Abdullah bin Kesir, yine Mücahid’in şunları söylediğini rivayet etmiştir: ‘Paslanma, mühürlenmeden daha hafif, mühürlenme de kilitlenmeden daha hafiftir. Bunların en dehşetlisi kilitlenmedir.

Diğer bir kısım alimler, kalplerin mühürlenmesini şöyle izah etmişlerdir: ‘Yüce ALLAH, bu ayet-i kerimesinde bildirmiştir ki, bir önceki ayette zikredilen kafirler, davet edildikleri hakkı dinlemekten yüz çevirmişler ve bunu gururlarına yedirememişlerdir. Nitekim kendisine bir söz söylendiğinde onu dinlemekten çekinene ve kibirlenerek onu anlamak istemeyene ‘Bu adam bu söze karşı sağır kesildi’ denir. Bu şekilde açıklayanlara göre ‘mühürlemekten’ maksat, mecazi bir ifadedir. Kafirlerin hakkı dinlemediklerini anlatmak içindir.

Bana göre, bu mühürlenmenin açıklanması konusunda doğru olan yorum, bu gibi şeyleri açıklayan tefsir, Rasulullah’ın şu hadisidir: ‘Şüphesiz ki kul, bir hata işlediğinde kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer o, bu hatadan el çeker, af diler ve tevbe edecek olursa kalbi parlatılır. Eğer tekrar o hataya dönecek olursa kalbindeki siyah noktalar arttırılır. Öyle ki bütün kalbini kaplar. Yüce ALLAH’ın bu ayetinde zikrettiği pas işte budur: ‘Hayır! Onların kazandıkları günahlar kalpleri üzerine pas olmuştur’ (83/Mutaffifin: 14) (Tirmizi, Tefsir el-Kur’an, 3334)

 

Rasulullah, bu hadis-i şerifiyle anlatıyor ki: Günahlar peşpeşe kalbin üzerine gelirse onu perdeler. Ve perdeleyince de ALLAH tarafından bir mühür onu mühürler. Artık iman böyle bir kalbe yol bulamaz. İnkar da oradan çıkamaz.

İşte ayet-i kerimenin açıkladığı: ‘ALLAH, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir’ ifadesi de bu noktayı vurgulamaktadır. Gözle görülen kapların içlerine bir şeyler konduktan sonra, açılmamaları için mühürlendikleri gibi ayette zikredilen kafirlerin kalpleri de kapatılmış ve ALLAH tarafından mühürlenmiştir. Artık onlara dışarıdan iman girmez, içeriden de inkar çıkmaz. Ancak mühürün açılmasından sonra değişiklik olabilir.” (Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 118)

 

“Burada sözü edilen fiil, inkarcının kalbinde küfür zulmetinin yaratılmasından ibarettir.” (Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 61)

 

“İbn Abbas şöyle diyor: ‘ALLAH onların kalplerinin üzerini mühürleyip, damgalamıştır. Bu itibarla onlar hayrın ve iyiliğin ne olduğunu akletmez ve anlamazlar.”

(…)

Kısaca, ‘mühürleme’, bize göre, yani Ehl-i Sünnet açısından kulun göğsünde (kalbinde) bir zulmetin, kararmışlığın ve darlığın, sıkıntının meydana gelmesidir. Kulun kalbinde zulmet denen bu karanlık var olduğu müddetçe o kimse iman etmez, edemez.

(…)

Kimi alimlere göre, mühürleme ve damgalama işinin ALLAH’a dayandırılması mecazidir. Aslında mühürleyen ve damgalayan, kafir olanlardır. Ancak bunu takdir etmesi ve böyle bir imkanı meydana getirmesi bakımından bu mühürleme ya da damgalama işi, Yüce ALLAH’a dayandırılmıştır. Tıpkı fiilin sebebe dayandırılması gibi. Örneğin, ‘devlet başkanı şehri bina etti’ denir. Oysa devlet başkanının kendisi bu işi yapmaz, ancak o yaptırır. İşte burada da böyle bir anlam bulunmaktadır.” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 168)

 

“Onlar, küfürde, imanı, ancak zorlama ve mecbur etme yoluyla elde edebilecekleri bir dereceye ulaşmışlardı. Ne var ki, Cenab-ı Hakk, teklif geçersiz olmasın diye, onlara böyle bir zorlamanın yapıldığını söylememiştir. Onların sapıklıkta ileri gitmelerinin son noktası olan, küfürden ancak zorlama ile vazgeçecekleri bir dereceye varmış olduklarını belirtmek için, böyle bir zorlamada ve mecbur tutmada bulunmadığını ‘mühürleme’ lafzıyla ifade etmiştir.

(…)

ALLAH tarafından, kafirlerin kalplerine mührün basılmış olmasının manası, onlara iman etmeyeceklerini; kalplerine, zikri muhafaza ve Hakk’ı kabul etmeyeceklerine; kulaklarına ise, Hakk’a kulluk etmeyeceklerine dair ALLAH’ın şahid olmasıdır. Nitekim birisi arkadaşına: ‘Falancanın söylemiş olduğu şeyi doğrulamanı ve onun söylediğinin gerçek olduğuna şehadet etmeni istiyorum’ der. Buna göre, Cenab-ı Hakk, önceki ayette onların iman etmeyeceklerini haber vermiş, bu ayette ise, O’nun buna şahit olduğunu ve onların bu durumundan haberdar olmaya devam ettiğini bildirmiştir.

(…)

Onların Hasan-ı Basri’den naklettikleri, Ebu Ali el-Cübbai ile Kadî Abdu’l-Cebbar’ın tercih ettikleri şu görüştür: Bu mühürlemeden maksat, Cenab-ı Hakk’ın kafirlerin kalplerinde ve onların kulaklarında meydana getirmiş olduğu alametler ve nişanlardır ki, böylece melekler bunlar vasıtasıyla onların kafir olduklarına ve ebediyen iman etmeyeceklerine istidlal ederler. Mü’minlerin kalplerinde, kendisi vasıtasıyla meleklerin, onların ALLAH katında Mü’min olduklarını bilecekleri bir alametin de bulunması göz ardı edilemez. Nitekim ALLAH: ‘İşte ALLAH onların kalplerine imanı nakşetmiştir’ (58/Mücadele: 22) buyurmuştur. Bu durumda melekler, o Mü’mini severler ve onun için ALLAH’tan mağfiret talep ederler. Kafirlerin kalplerinde, meleklerin kendisi vasıtasıyla, ALLAH katında lanetlenmiş olduğunu bilecekleri, bir alametin bulunması da söz konusudur. Böylece melekler o kafire buğz eder ve onu lanetlerler.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 2, 8-9-10)

 

“Meani alimleri şöyle demiştir: Yüce ALLAH kafirlerin kalplerini on nitelik ile nitelemiştir: Hatm (mühürlemek), tab (damgalamak), dîk (darlık), maraz (hastalık), reyn (kabuk bağlamak), mevt (ölüm), kasavet (katılık), insiraf (haktan yüzçevirmek), hamiyet (taassub) ve inkar.

(…)

Mühürlemek; açıkladığımız gibi hissedilir ve maddi olabileceği gibi, bu ayette geçtiği gibi manen de olabilir. Kalplerimizin mühürlenmesi, Yüce Rabbimiz Hak Teala’nın hitaplarının anlamını kavramamak ve ayetleri üzerinde düşünmemektir. Kulakların mühürlenmesi ise, kendilerine okunduğu zaman Kur’an-ı Kerim’i anlamamaları ya da Yüce ALLAH’ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları zaman çağrıyı anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, ALLAH’ın yarattıklarına ve san’atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ulaşamamaktır. İbn Abbas, İbn Mesud, Katade ve başkalarının bu ayet-i kerime ile ilgili açıklamalarının ifade ettiği mana budur.

(…)

Ümmet, kafirlerin kalplerinin peygamber, melekler ve Mü’minler tarafından mühürlenip damgalanmasının imkansız olduğu hususunda icma etmişlerdir. Eğer mühürleyip damgalamak, adlandırmak ve hüküm vermekten ibaret olsaydı, bu işin peygamberler ve Mü’minler için imkansız olmaması gerekirdi. Çünkü hepsi de kafirleri kalpleri mühürlenmiş ve damgalanmış olarak adlandırırlar, onları dalalet içinde iman etmeyenler olarak bilirler ve bu hususta onlar hakkında hüküm verirler. Böylelikle mühürlemenin ve damgalamanın hüküm ve adlandırmadan farklı bir mana ifade ettiği kesinlik kazanmış olur. Bu, Şanı Yüce ALLAH’ın Kendisi sebebiyle iman etmeyi engellediği, ALLAH’ın kalpte yarattığı bir manadır. Bunun delili; Yüce ALLAH’ın şu buyruklarıdır: ‘Biz böylece onu günahkarların kalplerine sokarız. Onlar buna inanmazlar.’ (15/Hicr: 12-13); ‘Halbuki Biz, onu anlamasınlar diye kalplerine perdeler… koyduk’ (6/En’am: 25) ve benzeri başka buyruklar.

‘…kalplerine…’ buyruğunda kalbin bütün organlardan üstün olduğunun delili vardır. Kalp, insan hakkında ve başkaları hakkında da kullanılır. Her şeyin arısı ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalp, düşünce yeridir.

(…)

İbn Mace’nin Ebu Musa el-Eş’ari’den rivayetine göre, Peygamber (sa) şöyle buyurmuştur: ‘Kalbin misali geniş bir arazide rüzgarların evirip çevirdiği bir tüye benzer.’ İşte bu anlam dolayısıyla Peygamber (sa) şöyle buyurdu: ‘Ey kalplere sebat veren ALLAH’ım, Senin itaatin üzere kalplerimize sebat ver.’ (Tirmizi, Kader, 7) Peygamber (sa) kadrinin büyüklüğüne, makamının yüceliğine rağmen böyle buyurduğuna göre, ona uyup bizim bu şekilde dua etmemiz öncelikle söz konusu olmalıdır. Yüce ALLAH da şöyle buyurmaktadır: ‘Bilin ki ALLAH kişi ile kalbi arasına girer.’ (8/Enfal: 24)

Organlar her ne kadar kalbe tabi ise de-onların başkanı ve hükümdarı olmasına rağmen-kalp organların işlediklerinden etkilenir. Çünkü zahirler ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber de (sa) şöyle buyurmaktadır: ‘Kişi doğru söyler. Bunun üzerine onun kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle kalbi kararır.’ (Muvatta, Kelam, 18)

Tirmizi’nin Ebu Hüreyre’den rivayet ettiği ve sahih olduğunu belirttiği hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: ‘Kişi bir günah işlediği takdirde kalbi kararır. Eğer tevbe ederse o zaman onun bu kalbi pürüzsüz olur.’ Daha sonra şöyle buyurdu: ‘Yüce ALLAH’ın Kur’an-ı Kerim’de: ‘Hayır, bilakis onların kazandıkları kalpleri üzerine bir perde çekmiştir’ (83/Mutaffifin: 14) buyruğunda sözünü ettiği ‘er-rayn’ işte budur.’ (Tirmizi, Tefsir, 83) Mücahid der ki: ‘Kalp, avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Sonra da üzerine mühür basılır.’

Derim ki: Mücahid’in bu sözü ile Peygamber’in (sa): ‘Şüphesiz vücutta bir et parçası vardır. O düzelirse vücudun tümü düzelir, o bozulursa vücudun tümü bozulur. Dikkat edin o kalptir.’ (Buhari, İman, 39) buyruğunda mühürlemenin gerçek anlamda olduğunun delili vardır. Doğrusunu en iyi bilen ALLAH’tır.

(…)

Müslim’in rivayetine göre Huzeyfe şöyle demiştir: ‘Rasulullah (sa) bize iki hadis-i şerif söyledi ki, bunlardan birisinin gerçekleştiğini gördüm ve şu anda ikincisini beklemekteyim. O bize şunu anlattı: ‘Gerçek şu ki emanet yiğitlerin kalplerinin köküne nazil oldu. Sonra Kur’an-ı Kerim nazil oldu ve Kur’an’ı da öğrendiler, Sünnet’i de öğrendiler.’ Daha sonra bizlere emanetin kaldırılmasından söz edip şöyle dedi: ‘Kişi uykuya dalar, kalbinden emanet alınır. Geriye ufak bir nokta gibi onun izi kalır. Sonra bir daha uyur. Kalbinden emanet yine alınır ve onun ufak kabarcık gibi bir izi kalır. Tıpkı ayağın üzerine yuvarladığın bir kor ateşin deriyi kabartması gibi. Sen onu kabarmış görürsün fakat içinde hiçbir şey yoktur. –Sonra ufak bir çakıl taşı aldı ve onu ayağının üzerine yuvarladı-İnsanlar sabah olur alışverişe koyulurlar. Hemen hemen hiç kimse emaneti yerine getirmez. O kadar ki: ‘Filan oğulları arasında güvenilir bir kimse vardır’ denilir. O kadar ki: ‘Bu adam ne kadar kibar, ne kadar akıllı’ denilir, halbuki kalbinde hardal tanesi ağırlığında imandan eser yoktur. Bir zamanlar ben kiminle alışveriş yaptığıma aldırış dahi etmezdim. Eğer bu kişi Müslüman ise, (ve benim hakkım ona geçmiş ise) mutlaka dinine bağlılığı sebebiyle onu bana geri getirecek, şayet o bir hristiyan yahut bir yahudi ise, onun başındaki kişi o hakkımı bana geri getirir idi. Bu gün ise, ben sizin aranızdan ancak filan ve filan ile alışveriş yaparım.’ (Buhari, Rikak, 35)

Hz. Peygamberin sözünü ettiği şekilde: ‘Ufak bir eser’ ve ‘kabarcık’ deyip bunu ‘ayağına yuvarladığın bir kor ateş gibi’ diye açıklaması ve: ‘Senin onu kabarmış görmen’ ifadeleri bütün bunların kalbe etki eden ve hissedilir şeyler olduğunu göstermektedir. İşte mühürlemek ve damga vurmak da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen ALLAH’tır.

Hz. Huzeyfe’nin rivayet ettiği şu hadiste de durum böyledir. ‘Rasulullah’ı (sa) şöyle buyururken dinledim: ‘Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi çubuk çubuk olarak arzedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse ona siyah bir nokta konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. Nihayet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi bembeyazdır. Gökler ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık, siyah ve yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine içirilen hevayı bilir…” (İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 438)

 

“Aslında (ortada) mühürleme de kapatma da yoktur. Bu ikisinden maksat şudur: Onların nefislerinde öyle bir şey meydana gelmiştir ki onları, küfrü ve günahları sevmeye, imanı ve taatları çirkin görmeye götürmüştür. Bu, azgınlıklarından, taklide dalmalarından ve gerçek manada araştırmadan yüz çevirmelerindendir. Bu da kalplerini o hale getirir ki artık onlara hak nüfuz etmez, kulakları da ondan rahatsız olur. sanki mühürlenmiş gibi olur. Gözleri de hem nefislerinde hem de dışarıda dikili duran ayetleri görmez. Ama basireti açık olanlar onları görür. Bunların gözlerinin üzerine perde çekilmiş ve görmeleri için engel konulmuş gibi olur. Buna da istiare yolu ile mühür ve perde demiştir. Ya da hallerini ve arızalı duygularını öyle bir şeye benzetmiştir ki onlara engel konulmakla istifade edemez hale gelmişler, sanki kalpleri ve duyguları mühürlenmiş ve perdelenmiştir. Meydana gelen bu durum şu ayette de mühürlenme ile ifade edilmiştir: ‘Onlar öyle kimselerdir ki ALLAH, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.’ (16/Nahl: 108). Şu ayette de aynı şey gafil kılmakla ifade edilmiştir: ‘Kalplerini zikrimizden gafil kıldığımız kimselere uyma’ (18/Kehf: 28). Şu ayette de sertleştirmekle ifade edilmiştir: ‘Kalplerini taş gibi sertleştirdik.’ (5/Maide: 13). Bu da şu demektir ki mümkün olan bütün şeyler Yüce ALLAH’a dayanmaktadır. O’nun kudretiyle gerçekleştiği için O’na isnad edilmiştir. Onlar da yaptıkları hatalarla buna sebep olmuşlardır, bu da şu ayetlerde gayet açık olarak görülmektedir: ‘Hayır, inkarları yüzünden ALLAH kalplerini mühürlemiştir.’ (4/Nisa: 155). ‘Sebebi şu ki onlar iman ettiler, sonra kafir oldular; bu yüzden de kalpleri mühürlendi.’ (63/Münafikun: 3). Bu ayet de onların ayıplarını ortaya çıkardı, çirkin işlerini gözler önüne serdi ve akıbetlerinin vahim olduğunu bildirdi.

(…)

Bu, (mühürleme ve perde indirme) ahirette olacaktır, geçmiş kalıbı ile haber vermesi, gerçek olmasından ve olmasında şüphe bulunmamasından dolayıdır. Şu ayet de ona şahitlik eder: ‘Onları kıyamet gününde yüzleri üstü körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşredeceğiz.’ (17/İsra: 97).” (Kadı Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, 1, 52)

 

“Hakikatı kendilerinden sezip düşünüp bulmağa, olmadığı halde dinleyip işitmeğe yetenekleri kalmamıştır. Kalbin aslı mevcuttur ve fakat yaratılışın başlangıcındaki sağlıklı oluşlarını kaybetmişler, kötü alışkanlıklarıyla onu örten ikinci bir tabiat/yaratılış kazanmışlardır. Bu kazanmayı da Yüce ALLAH yerine getirmiştir. Artık onlar kendilerinden, kendi arzu ve heveslerinden, kişisel ve nefsani amaçlarından başka hiçbir şeye ilgi göstermezler. Gerçeği algılamak için yaratılmış olan o kalplerin bütün uğraşları ve yetenekleri bencillikle boğulmuş, isterse gelecekteki menfaatları adına olsun, kendilerinden şimdiki düşünceleri dışında kalan gaybi gerçeklere karşı inatla kaplanmışlar. Onlar, ‘Size, öğüt alanın orada öğüt alacağı bir süre ömür vermedik mi?’ (35/Fatır: 37) ayet pasajının vurguladığı gibi, Yüce ALLAH’ın bahşettiği öğüt alma sürecini tamamlamışlar ve artık küfür onların yerleşmiş kazanımları, doğaları, ikinci yaratılışları olmuştur.”

(…)

Kalp nasıl mühürlenir? Bilindiği gibi üzeri mühürlenmek zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de ilim ve fenlerin zarf ve kapları gibidir. Ne kadar algıladıklarımız varsa orada saklıdır. Samia/duyu organı da bir kapı gibidir, işitilenler oradan girer. Özellikle geçmişteki, gelecekteki ve şimdilere ait gaybi haberler, kitapların içerikleri işitme yoluyla bilinir. Dolayısıyla kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine, kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer.

(…)

Bu hadis (kalbin mühürlenmesinden haber veren) ve ayet (38/Mutaffifin: 14), ahlakta alışkanlık meselesini ne güzel açıklamakta, ahlakın ve dinin değeri süreklilik ve alışkanlıkta olduğunu ne güzel anlatmakta. Bu nokta terbiye/eğitim meselesinin sırrıdır.

Şeriat açısından bir günahta diretmekle diretmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın, haramı helal saymanın küfür olması da bununla ilintilidir. İman meselesinde kafirler için bu alışkanlığın sonucu, bu ikinci tabiat, bu köklü meleke ne ise amel meselesinde Mü’minler için de böyledir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 216 vd.)

 

“Kalbin mühürlenmesi, kalp ve vicdana bakan delillere aittir. Kulağın mühürlenmesi, nakle dayalı ve dış alemden gelen delillere aittir. Ve aynı biçimde, her iki mühürlemenin bir cinsten olmadığına bir işarettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur Külliyatı-I, 1188)

 

“Havassa (alimlere) gelince, ilimlerin yol açtığı düşünceler ve meseleleri araştırma çabalarının kalplerinde dolaşması, Hakk’ın sırlarının vasıtasız olarak üzerlerine inmesine engel olmuştur.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 41)

 

“Gözlerine de perde indirmiştir.”

“Görülen alemde, alemin görünümü, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların biçimleri, insanın anatomisi gibi gözle görülebilen Hakkın emarelerini, bakmak isteseler bile göremezler. Çünkü o gözler perdelidir, onları gaflet, tutkular, nefsanilik, bencillik perdesi bürümüştür. Sözgelimi hergün göklere bakar ve o gönlü büyüleyen manazarayı görür de şu yerdeki, şu bedendeki şu küçük gözün küçük bebeğine yansıyan bir anlık bir ışık ile dıştan, o kadar uzak ve geniş boyutlar ve masafe içindeki büyük dış görüntünün nasıl ve ne ile algılandığını görmez, düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar da dışındaki ekmeği nasıl algıladığını ve onu nasıl ne sayede elde ettiğini, ona uyum sağladığını düşünmez ve göremez… Kısaca onlar, gerçeği anlamak için şart olan kalp ve akıl, sağlıklı duyular haber duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden de yoksun durumdadırlar.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 217)

 

“Havassa (elitler, seçkinler) gelince, ilimlerin yol açtığı düşünceler ve meseleleri araştırma çabalarının kalplerinde dolaşması, Hakk’ın sırlarının vasıtasız olarak üzerlerine inmesine engel olmuştur.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 42)

 

 

2/Bakara: 8- İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde “ALLAH’a ve ahiret gününe inandık” derler. Oysa onlar iman etmemişlerdir.

 

AYETİN KENDİNDEN ÖNCEKİ AYETLERLE İLİŞKİSİ

“Bu ayetler, Medine döneminde inen ilk ayetlerdir. Ve burada münafıklar sınıfına işaret ediliyor. Münafıklar, İslami hareketin Medine devresinin erken dönemlerinde, hatta Peygamberimizin (SAV) Medine’ye bizzat varmasından önce ortaya çıkmış bir gruptur. Ayetlerde (8-20. ayetler) ‘nifak’ ya da ‘münafıklar’ kelimesi geçmese de kastedilenler onlardır. Çünkü işaret edilen nitelikler tıpa tıp onlara uymaktadır. Amaç, Muhammedi davetin karşısında belirginleşen gruplar silsilesini tamamlamaktır. Bunlar doğru sözlü Mü’minler, burun kıvıran kafirler ve yalancı, düzenbaz münafıklardır. Durum böyle olunca, ayetlerin (8-20) kendinden önceki ayetler grubuyla bağlantılı olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.” (İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 5, 44)

Evet nasıl ki ilk önce Kur’an’ın övgüsüyle başlandı. Sonra Mü’minlerin övülmesine geçti. Sonra kafirlerin kınanmasına uzadı. Sonra insanların kısımlarını tamamlamak için münafıkların konusu zikredildi.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1190)

 

8-20. AYETLER BAĞLAMININ BÜTÜNÜ HAKKINDA:

“Bu hareketi ve mensuplarını ele alan Kur’an ayetlerinden ve Hz. Muhammed’in hayatına ilişkin rivayetlerden; bu hareketin, Peygamber’in Medine’ye varmasından önce, amca çocuğu Mus’ab’ı kendi adına ve bir davetçi olarak Medine’ye göndermesinden itibaren boy gösterdiğini anlıyoruz. Medine’den bazı kimseler Mus’ab’ın davetine karşı çıkıyor ve buna engel olmaya çalışıyorlardı. (…) Medine’de örgütlenen bu iki grubun (münafıklar… Abdullah b. Ubey b. Selul ve Ebu Amir grupları) yanında bir de Medine çevresinde ikamet eden Bedevi münafıklar vardı. Münafıkların oynadığı sarsıcı rol, daha çok Medine münafıklarının rolüydü. Bedevi münafıklarının Müslümanlığı menfaate dayanıyordu. Bir menfaat gördüklerinde Peygamberimize ve ashabına yapışıyorlardı, ama bir tehlike sezdiklerinde ufak ufak oradan sıvışıyorlardı. Medine münafıklarının tavırları ve hileli düzenleri daha etkili ve geniş boyutluydu. (…) (İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 5, 45)

  

AYETİN BÜTÜNÜ HAKKINDA

 “Münafıklık: Hayrı açıklayıp şerri gizlemektir. Bunun çeşitleri vardır: İtikadi olanı insanı ebedi cehenneme götürür. Ameli olanı da büyük günahlardandır. (…) İbn Cüreyc de şöyle demiştir: ‘Münafığın sözü işine, içi dışına, girişi çıkışına, görünüşü duyulana uymaz. Münafıkların sıfatları neden Medine’de inmiştir? Çünkü Mekke’de münafıklık yoktu; tam aksine kimi insanlar içinden Mü’min oldukları halde dıştan küfrü gösterirlerdi. Resulullah sallALLAHu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret etti. Orada Evs ve Hazrec kabilelerinden Ensar vardı. Cahiliyyette Arap müşrikleri gibi putlara taparlardı. (…) Resulullah sallALLAHu aleyhi ve sellem Medine’ye gelince Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan Ensar Müslüman oldu. yahudilerden de pek az insan Müslüman oldu, Abdullah bin Selam radıyALLAHu anh bunlardan idi. O zaman münafıklık yoktu. Çünkü Müslümanların korkulacak bir gücü yoktu. Bilakis aleyhissalatu vesselam Efendimiz yahudiler ve Medine çevresindeki birçok Arap kabileleriyle anlaşma yaptı. Büyük Bedir Savaşı olup da ALLAH kendi kelamını meydana çıkararak İslam’ı ve Müslümanları yüceltince, Abdullah bin Ubey bin Selul, caydı. Medine’de başkan idi ve Hazrec’tendi. Cahiliye devrinde her iki kabilenin reisi idi. Onu kendilerine kral yapmak istemişlerdi. Bu iki kabile hayırla karşılaşıp da Müslüman olunca onu unuttular. O da İslam ve Müslümanlar hakkında kötü düşünmeye başladı. Bedir Savaşı çıkınca: Bu yeni bir durumdur, dedi ve İslam’a girmiş gibi göründü. Onunla beraber aynı inançta olanlarla ehl-i kitap da böyle göründüler. Böylece Medine’de ve çevresindeki bedevilerde münafıklık görünmeye başladı. Muhacirlerde ise münafıklık yoktu. Çünkü hiç kimse zorla hicret etmiş değildi. Bilakis hicret ediyor; malını, evladını, toprağını ALLAH rızası ve ahiret yurdunu kazanmak için terk ediyordu.

Muhammed ibn İshak diyor ki: Bana Muhammed bin Ebi Muhammed anlattı, o da İkrime yahut Said bin Cübeyr’den… İbn Abbas: ‘İnsanlardan kimileri vardır ki inanmadıkları halde ‘ALLAH’a ve ahiret gününe iman ettik derler’ ayeti üzerinde şöyle demiştir: Bunlar Evs ve Hazrec münafıkları ile onlara katılanlardır. (…) Bunun içindir ki ALLAH Teala münafıkların sıfatlarına dikkat çekmiş ve Mü’minler onların görünüşüne aldanmasınlar istemiştir.” (İbn Kesir, Tefsir’ül-Kur’an’il-Azim, 1, 118)

 

“Resuli Ekrem (sav) Efendimiz, Hz. Huzeyfe (ra)’ye münafıkları bildirmişti. Bunlardan biri öldüğü zaman cenazesine gitmezdi. Ömer İbn-i Hattab (ra) Huzeyfe’yi gözetler, onun gitmediği cenazeye, o da gitmezdi.” (Ayintabi Mehmed Efendi, Tibyan Tefsiri, 1, 32)

 

“Ayet-i Celile; mücerred kelime olarak şehadetin kafi gelmediğini, hakiki imanın kelime-i şehadetle beraber kalbin tasdikinden ibaret bulunduğunu isbatlar!” (Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, 1, 232)

 

“Muhammed bin Sirin der ki: ‘Sahabe, ‘İnsanlardan, inanmadıkları halde, ‘ALLAH’a ve ahiret gününe inandık’ diyenler vardır’ ayetinde tarif edilenlerden olmaktan korktukları kadar başka hiçbir şeyden korkmazlardı. (…)

İbn Sa’d, Ebu Yahya’dan bildiriyor: Ben yanındayken bir adam Huzeyfe’ye: ‘Nifak nedir?’ diye sorunca, Huzeyfe: ‘İslam’dan bahsedip onunla amel etmemendir’ cevabını verdi.” (Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 148)

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ

 “İnsanlar”

“İnsanlar deyiminden birkaç ince anlam çıkıyor.

Birincisi: Kur’an’ın münafıkların şahıslarını belli etmeyerek genel bir sıfatla onlara işaret etmesi, Resul-i Ekrem’in (asm) metoduna daha uygundur. Zira münafıkların şahıslarının belli edilmesiyle kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, Mü’minler, nefsin aldatmasıyla vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese korkuya, korku riyaya, riya nifaka yol açar.

Ve ayrıca, eğer Kur’an onların kimliklerini belirterek kınasaydı, ‘Resul-ü Ekrem (asm) tereddüt içindedir, kendinden olanlara güveni yoktur’ denilecekti.

Ve ayrıca, bazan kötülük açığa çıkartılmazsa aşamalı olarak ortadan kalkması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini harekete geçirir, fenalığı daha fazla yapmasına neden olur.

Ve ayrıca, ‘nas (insanlar)’ gibi genel bir sıfatın nifaka zıt olması, özel sıfatların daha çok zıt olmasına işaret eder. Zira, insan şerefli kılınmıştır. Bu gibi rezaleti işlemek insanlığın şanından değildir.

Ve ayrıca, ‘nas (insanlar)’ deyimi, nifakın bir topluluk ya da bir sınıfa özel olmayıp, hangi topluluk olursa olsun, insan cinsinde bulunmasıdır.

Ve ayrıca, ‘nas (insanlar)’ deyimi, nifak bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlal eden bir rezalet olduğundan, bütün insanların bakışlarını nifakın aleyhine çevirtmekle ortadan kaldırılmasına ve yayılımının engellenmesine çalışmaları gereğine işarettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı-2, 1190)

 

“ALLAH’a ve ahiret gününe iman”

“Burada imanın özellikle ALLAH’a ve ahiret gününe olması, imanın en büyük maksadını ifade etmek içindir. Bir de onların imanın her iki ucunu da ellerine geçirdikleri ve onu iki tarafından da kuşattıkları iddiası vardır. Bunda şu da vardır ki onlar ıhlaslı olduklarını zannettikleri şeylerde bile münafıktırlar, kaldı ki münafıklık kastettikleri şeyde! Çünkü o toplum yahudi idiler, ALLAH’a ve ahirete Mü’minler gibi iman etmiyorlardı. Zira teşbihe inanıyorlar, evlat edindiğini söylüyorlar, cennete kendilerinden başkasının girmeyeceğini, ateşin onlara ancak sayılı günlerde dokunacağını iddia ediyor ve kendilerini Mü’minlerle eşit görüyorlardı. Ayrıca imanın ALLAH ve ahiret günü ile tahsis edilmesinde onların kat kat pisliklerine ve küfürde ileri gittiklerine açıklama vardır. Zira onların dedikleri onlardan aldatma ve münafıklık tarzında sadır olmasaydı bile iman olmayacaktı, kaldı ki bu dediklerini Müslümanları kandırmak ve onlarla dalga geçmek için söylemişlerdir!” (Kadı Nasırüddin el-Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, 1, 56)

 

AYETİN KENDİNDEN SONRAKİ AYETLERLE İLİŞKİSİ:

 “Soru: Kafirlerin kınanması hakkında yalnız iki ayetle yetinilmiştir. On iki ayetin anlatımıyla münafıklar hakkında verilen ayrıntı neye binaendir?

Cevap: Münafıklar hakkında ayrıntıyı, yani sözün uzatılmasını gerektiren birkaç ince nokta vardır:

Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şiddetli olur. İçerde olursa zararı daha büyük olur. Çünkü; iç düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Dış düşman ise, tam aksine, mücadele gayretini şiddetlendirir, dayanıklılığı arttırır. Nifakın kötülüğü, İslam üzerine pek büyüktür. Alem-i İslam’ı sarsıntıya uğratan nifaktır. Bunun içindir ki Şanı Yüce Kur’an, münafıkları çok ayıplamış ve kınamıştır.

İkincisi: Münafık olan, Mü’minlerle karışa karışa, yavaş yavaş onlara ısınır, imana alışır. Gerek Kur’an’dan, gerek Mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis durumundan nefret eder. En sonunda, dilinden Kelime-i Tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için ayrıntıya girilmiştir.

Üçüncüsü: Alay etme, aldatma, ikiyüzlülük, hile, yalan, riya gibi kötü ahlaklar münafıkta var. Kafirde o derecede yoktur. Bu nedenle münafıklar hakkında ayrıntıya girilmiştir.

Dördüncüsü: Genellikle münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için, şeytani bir zeka sahipleri olup, daha hileci, daha aldatıcı olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında ayrıntı, yani sözün uzatılması, tam olarak belagattır (yerinde kullanılmasıdır).” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1190)

 

 

2/Bakara:9- Akılları sıra ALLAH’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa, onlar ancak kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar.

 

AYETİN BÜTÜNÜ HAKKINDA:

 “Bu ayette işaret edilen husus ise şudur: Kim, ALLAH’ın ezeli lütfunu unutmuş görünerek ben merkezli konuşursa, başkası hakkında kötü zan ve yanlış kanaatte bulunur. Bu vehim ise, cezaların en çetin olanıdır.” (Abdülkerim el-Kuşeyri, Letaifu’l-İşarat, 1, 44)

“Bu ayet-i kerimeler, bir taraftan tarihi bir vak’ayı canlandırırken, diğer taraftan her nesilden sarsılmaz adımlarla hak yolda yürüyen samimi Mü’minlerin karşısında böyle münafık zümrelerin de bulunacağına işaret etmektedir…” (Seyyid Kutub, Fizılal-il Kur’an, 1, 85)

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ:

“aldatmaya çalışırlar.”

“Münafıklar ALLAH’ı nasıl aldatmaya çalışırlar? Birisi şöyle diyebilir: ALLAH’ı aldatmak iki yönden imkansızdır.

  1. Cenab-ı Hak, kalbleri ve kalblerde olan sırları, her şeyi bilendir. Bu sebeple aldatılması mümkün değildir.
  2. Münafıklar, ALLAH’ın kendilerine peygamber yollamış olduğuna inanmamışlardır. Bundan dolayı onların nifaklarındaki maksadı, ALLAH’ı aldatmak olmamıştır. Dolayısıyla bu lafzı zahirine hamletmenin mümkün olmadığı sübut bulmuş olur.

Öyleyse burada iki yönden te’vil yapmak gerekmektedir:

  1. Cenab-ı Hak burada Kendi Zatını zikretmiş, bununla da şanını yüceltmek ve ululamak için Resulünü kasdetmiştir. Nitekim bu muhtevada olmak üzere şöyle buyurmuştur: ‘Sana beyat edenler yok mu, muhakkak ki onlar ALLAH’a beyat etmektedirler.’ (48/Fetih:10) Bunun tersini ifade etmek içinse: ‘Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz her şeyin beşte biri ALLAH’ındır.’ (8/Enfal:41) buyurarak, Resulünün almış olduğu hisseyi Kendi zatına nisbet etmiştir. İşte, münafıklar peygamberi aldattıklarında, ‘Onlar ALLAH’ı aldattılar/aldatmaya çalıştılar’ denilmiştir.” (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 2, 31)

 

“İlim adamlarımız der ki: ‘ALLAH’ı… aldatmaya çalışırlar’ buyruğu, kendilerince ve kendi kanaatlerine göre O’nu aldatmaya çalışırlar demektir. ALLAH’ın bu şekilde buyurmasının sebebi yaptıkları işin, aldatmak isteyen kimsenin işine benzediğinden dolayıdır. (…) Aynı şekilde Mü’minleri aldatmaya çalıştıkları vakit de ALLAH’ı aldatmaya kalkışmaları demektir. Onların aldatmaya çalışmaları, içlerinde gizledikleri küfre uymayan, açığa vurdukları imanlarıdır. Bu şekilde davranmakla kanlarını ve mallarını korumak isterler. Böylelikle kurtulduklarını ve karşılarındakini aldattıklarını sanırlar.” (İmam Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 451)

 

“Onların bundan çıkarları şudur; Müslümanların münafıklar dışındaki kafirlerle savaşmaları halinde münafıklara dokunmamaları, Müslümanların onları affetmesi, kendileri için İslam hükümlerinin uygulanması, savaş ganimetlerinden pay almaları vb. gibi yararlar ya da çıkarlar…” (İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, 1, 179)

“Ahmed b. Meni, Müsned’de, zayıf isnadla sahabeden bir kişiden bildiriyor: Müslümanlardan bir kişi: ‘Ey ALLAH’ın Resulü! Kıyamet günü nasıl kurtuluruz?’ diye sorunca, ALLAH Resulü (SAV): ‘ALLAH’ı aldatma’ cevabını verdi. Adam: ‘ALLAH’ı nasıl aldatırız?’ diye sorunca ise Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurdu: ‘ALLAH’ın sana emrettiklerini, başka birisi için yapmandır. Riyadan sakınınız, çünkü riya ALLAH’a ortak koşmaktır. Riyakar, Kıyamet Günü yaratılmışların içinde dört isimle çağrılır. Kendisine: Ey kafir, ey facir, ey her şeyi kaybeden, ey gaddar! Amelin boşa gitmiştir, sevapların yok olmuştur. Bugün ALLAH katında senin hiçbir nasibin yoktur. Ey aldatan, kim için amel yaptıysan ücretini ondan iste” (Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 148)

“Beyhaki, Şuabu’l-İman’da bildiriyor: Kays b. Sa’d der ki: ‘Resulullah’ın (SAV): ‘Tuzak kurma ve aldatma cehennemdedir’ dediğini duymasaydım, bu ümmetin en fazla tuzak kuranı olurdum.” (Celaleddin es-Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1, 149)

 

“kendi kendilerini aldatırlar”

“Müfessirlerin çoğunun kabul ettiği görüştür. O da aldatmanın neticesinin dünyada bu münafıklara yönelik olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, onların bu hilelerinin zararını Mü’minlerden savuşturur ve onu münafıklara döndürür. Bu da tıpkı Cenab-ı Hakk’ın şu ayetleri gibidir…

‘Muhakkak ki münafıklar ALLAH’ı aldatıyorlar; oysa ki ALLAH, onları aldatmaktadır.’ (4/Nisa:142)

‘Bizler ancak alay edicileriz. Hakikatte ALLAH (cezalarını vererek) onlarla alay eder.’ (2/Bakara:14-15)

‘Biz de o akılsızların iman ettikleri gibi iman mı edeceğiz? İyi bilin ki, onlar akılsızların ta kendileridir.’ (2/Bakara:13)

‘Onlar bir tuzak kurdular, Biz de onların tuzaklarını bozduk.’ (27/Neml:50)

‘Onlar bir tuzak kuruyorlar, Ben de bir tuzak kuruyorum.’ (86/Tarık:15-16) (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 2, 33)

“Yüce ALLAH’ın: ‘Oysa, onlar kendi kendilerini aldatırlar…’ bir olumsuz ifade ve bir olumluluk vardır. Yani bu aldatmanın akıbeti yalnızca kendilerini bulur. ‘Her kim asla aldatılamayanı aldatmaya kalkışırsa, ancak kendisini aldatır’ diye bir söz de vardır. Bu doğrudur. Çünkü aldatmak ancak gizlilikleri bilemeyen kimseye karşı yapılabilir. Gizlilikleri bilen kimseyi aldatmaya kalkışan ancak kendisini aldatmış olur. Bu aynı zamanda ALLAH’ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar ALLAH’ı tanımış olsalardı O’nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğuna daha önce dikkat çekilmişti: ‘ALLAH’ı aldatmaya çalışma. Çünkü her kim ALLAH’ı aldatmaya kalkışırsa ALLAH onu aldatır ve o kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır.’ Bunu duyanlar: ‘Ey ALLAH’ın Peygamberi, ALLAH nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki?’ deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Sen ALLAH’ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat bu işi yaparken O’ndan başkasını amaç olarak gözetirsin.” (İmam Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 452)

“Bununla (ALLAH), Mü’min kullarına şunu bildiriyor ki münafıklar küfürleri, şüpheleri ve yalanlamaları ile Rablerini kızdırmakla kendilerine kötülük ediyorlar. Fakat bunun şuur ve dirayetinde değillerdir. Ancak onlar körlemesine gidiyorlar.” (İbn Kesir, Tefsir’ül-Kur’an-Azim, 1, 120)

 

“farkında olmazlar.”

“Yani onlar bu aldatmalarının vebalinin tekrar kendilerine döneceğini bilmezler. Bu aldatmaları sayesinde kurtulduklarını ve amaçlarına ulaştıklarını sanırlar. Ancak bu, dünyada böyledir. Ahirette ise,-ileride de görüleceği gibi- onlara: ‘Arkanıza dönün de, nur arayın’ (57/Hadid:13) denilecektir.” (İmam Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 453)

 

 

2/Bakara:10- Onların kalplerinde bir hastalık vardır. ALLAH da onların hastalığını arttırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlardan ötürü onlar için dayanılmaz bir azap vardır.

 

AYETTE YER ALAN KAVRAMLARIN TEFSİRİ:

“…kalplerinde bir hastalık…”

“Bu hastalığın mahiyeti de Hz. Muhammed’in peygamberliği ve ALLAH katından getirdiklerinin hak olduğu hususunda şüpheye düşmeleri ve şaşkınlık içinde olmalarıdır.” (Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, 1, 124)

“Hastalığa şek ve nifak manası verilmiştir. Aziz ve Celil olan ALLAH, münafıkları ‘hastalar’ diye nitelemiştir, çünkü onlar din konusunda bir ıstırap hali sergilemişlerdir. Şöyle ki, münafıklar ‘iman ettik’ sözünü söyleyerek Mü’minlerle beraber olduklarını belirtmiş, fakat kalplerinde buna ters düşen duygular beslemişlerdir. Bu suretle onların durumu ölümle hayat arasında zikzak çizen hastaya benzemiştir, zira hasta bazen hem ölüme yaklaşır hem de ondan kurtulacağını umar, böylece ikisi arasında seyreder. Münafıklar da dini tutumlarında gelgit halinde bulundukları için ALLAH Teala onları ‘hastalar’ diye nitelemiştir. Münafıklar dışındaki kafirler ise, din konusunda böyle bir tutum benimsemeden kalplerinde gizlediklerini sözleriyle açığa vurmuşlardır. ALLAH da onları ‘ölüler’ diye nitelemiştir; çünkü dünya hayatından faydalanmayı bilmemiş ve ebedi hayatı mamur etmemişlerdir. Cenab-ı Hak, Mü’minleri ‘diriler’ diye nitelemiştir, çünkü onlar hayatlarından faydalanmayı bilmiş ve onun vasıtasıyla ebedi hayatı elde etmişlerdir.” (Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 64)

“Ayette geçen ‘hastalık’ gam ve keder anlamına hamledilir. Çünkü, ‘Falan işten ötürü kalbim kederlendi’ denilir. Buna göre ayetin manası şu olur: Münafıklar, Hz. Peygamberin işinin sağlamlaştığını ve günden güne şanının yüceldiğini gördüklerinde kalpleri kederlenmişti. Bu durum onların riyasetlerinin elden gitmesine sebep oluyordu. Nitekim rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber bir defasında eşeğine binmiş olduğu halde, Abdullah b. Ubey b. Selul’ün yanından geçmiş, İbn Selul, Hz. Peygamber’e: ‘Ey Muhammed eşeğini uzaklaştır, çünkü onun kokusu bize eziyet veriyor’ deyince, Ensar’dan bir zat Hz. Peygamber’e: ‘Ey ALLAH’ın Resulü, onu mazur gör; çünkü sen bize gelmezden önce, biz onu reis yapmaya karar vermiştik!’ İşte bu kimselerin kederleri şiddetlenince, Yüce ALLAH bunu ifade ederek: ‘ALLAH da onların hastalığını arttırmıştır’ buyurmuştur. Yani, Hz. Peygamber’in işinin ve şanının yüceliğini ve ululuğunu arttırmakla, onların keder üstüne kederini arttırdı.” (Fahrüddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 2, 35)

Hastalık’ onların inançlarındaki bozukluğu ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmış bir deyimdir. Bu ise ya şüphe ve münafıklıktır veya inkar ve yalanlamaktır. Anlamı şudur: Günah işlemek kastı sebebiyle, Tevfik, koruma ve destekten uzak olduğundan dolayı kalpleri hastadır. (…) Onlar, dünyaya meyledip dünyayı sevmeleri, ahiretten yana gafil olup ondan yüz çevirmeleri dolayısıyla kalplerinde hastalık vardır. (…) Cüneyd der ki: Azaların hastalanması bedendeki rahatsızlıklardan dolayı olduğu gibi, kalplerin hastalıkları da hevaya uymaktan kaynaklanır.” (İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 453,454)

“Hastalık, bedene arız olan şeyde gerçek manasındadır; bu şey onu normal davranışından çıkarır ve hareketlerine zarar verir. Hastalık nefsin kemaline engel olan psikolojik şeylerde de mecazdır; mesela cahillik, akide bozukluğu, kıskançlık, kin ve günah sevgisi gibi. Çünkü bunlar fazilete ulaşmaya engeldir yahut gerçek ve ebedi hayatın kaçmasına sebeptir. Ayet-i kerime her ikisine de muhtemeldir.” (Kadı Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, 1, 58)

“Kalbin hastalığı, sağlık ve itidalden çıkmasıdır. Onun sağlığı hakkı bilmesi, onu sevmesi ve hakkı hakkın dışındaki her şeye tercih etmesidir. Hastalığı ise, ya hak konusunda şüpheye düşmesi veya hak dışında bir şeyi hakka tercih etmesidir. Münafıkların hastalığı şüphe ve tereddüttür. İsyankar kimselerin hastalığı ise azgınlık ve şehvettir. ALLAH, ikisini de hastalık olarak isimlendirmiştir. (…) Hastalık, tabiatın safiyet ve temizlikten sonra karartılıp huzursuz hale getirilmesidir.” (İbn Kayyim el-Cevziyye, Bedai’u’t-Tefsir, 1, 155,156)

“Kur’an’da, kalpteki hastalıklardan imanla ilgili olan iki çeşidinden söz edilir: Birincisi nifak; ikincisi ise rayb, yani bilgisizlikten kaynaklanan şüphe ve ona dayalı olarak ALLAH’a ve Elçisine itimatsızlıktır. Bunlardan ilki küfür, ikincisi ise iman zafiyeti olarak nitelendirilir (Bkz. 33/Ahzab:12 vd.)” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 3, 16)

“İmanı sağlam, ahlakı münafıkça olan kişi, şizofrenik kişilik yapısına sahiptir.” (Ali Bulaç, Kur’an Dersleri, 1, 96)  

 

“ALLAH da onların hastalığını arttırmıştır.”

“Bu buyrukla Yüce ALLAH onların hastalıklarının daha da arttığını haber vermektedir. Yani ALLAH, onların hastalıklarına hastalık katmıştır, demek olur. Nitekim bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: ‘Onların küfürlerine küfür katıp arttırdı ve onlar kafir olarak öldüler’ (9/Tevbe:125) (…) ALLAH onları kendi hallerine bıraktı. Dünyanın bütün keder ve endişelerini onlar için bir araya getirdi. Bunlardan vakit bulup da dinlerine gereken önemi vermeye fırsat bulamadılar. (İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 454)

“Kaçırdıkları liderlik gibi şeylerden dolayı kalpleri acı duyuyordu ve Resulullah (SAV)’in günbegün kuvvetlenmesini ve yükselmesini çekemiyorlardı. ALLAH da onun durumunu daha da yükselterek ve şanını yücelterek üzüntülerini arttırdı. Onların nefisleri küfür, itikat bozukluğu, Peygamber (SAV)’e düşmanlık gibi şeylerle afete maruz kalmıştı. Yüce ALLAH da bunu kalplerini mühürlemekle veyahut teklifi arttırarak, vahyi tekrar ederek ve yardımını katlayarak arttırdı. Arttırmayı ALLAH’a nispet etmek, sonuç olması itibarı iledir. ‘Pisliklerini arttırdı’ (9/Tevbe:125) ayetinde sureye nispet edilmesi ise sebep olmasındandır.” (Kadı Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, 1, 58)

“Hastalık, hastalığı doğurur. Yoldan sapmak basit bir muhalefetle başlar ve her adımda sapma açısı genişler, artar, sapıklık büyür. Bu, ALLAH’ın bir kanunudur. Yüce ALLAH’ın varlıklarında, hadiselerinde, duygu ve hareketlerde icra eylediği bir kanun.” (Seyyid Kutub, Fizılal-il Kur’an, 1, 87)

“Yalancılık ve nifak, huy ve karakter haline dönüştüğü için hastalıkları da artmış ve tedavisi imkansız boyutlara ulaşmış demektir.” (M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, 3, 17)

 

“Söylemekte oldukları yalanlardan ötürü…”

“Yani peygamberleri yalanlayıp Yüce ALLAH’ın buyruklarını reddedip ayetlerini yalanladıkları için.” (İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 454)

“Münafıkların azabı gerektirecek bir çok halleri olduğu halde yalnız yalanlarının zikredilmesi yalanın son derece çirkin olduğunu belirtmek ve insanları ondan nefret ettirmek içindir. Abdullah b. Ebu Bekr el-Sıddık’tan rivayet olunduğuna göre Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: ‘Yalandan şiddetle sakının. Çünkü yalan, imanı uzaklaştırır.’ (Müslim)(Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İrşad-ı Akl-ı Selim ila Mezayay-ı Kitab-il Kerim, 1, 110)

 

“…dayanılmaz bir azap…”

“Bazan dünyada da azap uygulaması olur, fakat elemi bulunmaz. Aziz ve Celil olan ALLAH, ahiret azabının dünyadakine benzemeyip şiddetli ve dehşet verici olduğunu haber vermiştir.” (Ebu Mansur el-Matüridi, Te’vilatü’l-Kur’an, 1, 65)

“Fani olanlar sebebiyle kalıcı bir azapları olacaktır.” (İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 1, 454)